Açe’den Jakarta’ya Endonezya Hatıraları
Bu yazıya Jakarta’da havaalanının yolcu alma bölümünde başladım. Adı bende saklı havayolları gene yaptı yapacağını ve bir saatten fazla gecikmeyle kalkılacak. Ama dert değil.
Bu yazıya Jakarta’da havaalanının yolcu alma bölümünde başladım. Adı bende saklı havayolları gene yaptı yapacağını ve bir saatten fazla gecikmeyle kalkılacak. Ama dert değil. Buranın bekleme salonu rahat ve huzur verici bir yer, bitkilerle donatılmış, oturma düzeni huzurlu ve en önemlisi görevliler çok nazik. Bana elektrik prizi sağlamak için yerlerini bile verdiler. Dışarıda her taraftan özenle bakılmış bahçeleri görüyorsunuz. Sadece tek tarafta havalimanı manzarası var, o da arkanızda kalıyor. Yani böyle beklemeye can kurban...
Jakarta’dan yazmaya başlamamın bir sebebi belki yurda dönünce vaktimin olmayacağı. Ama daha önemlisi, yurda dönünce herhalde aynı şeyleri yazamayacağım. Burasını buradan anlatmak daha kolay, özellikle buradan bakınca ülkemiz son derece püriten görünüyor; bazı şeyleri konuşmamaya alışmışız biz. Şikayet etmiyorum; ama böyle işte.
Katıldığım tıp kongresinde aynı oturumda sunum yaptığımız bayan Popescu, “Çok ciddi bir kongre olduğunu” söyledi. Neden bu kelimeyi seçtiyse? Ben de ona; “Bir önceki oturumda Banda B salonunda olsaydı bunu söylemeden önce iki kez düşüneceğini” söyledim.
İlk konuşmacı yeterince komikti zaten, ikincisi inadına çok sıkıcıydı. Üçüncü konuşmacıysa, ilk olarak iyice uyku moduna geçmiş dinleyicileri ayağa kalkmaya davet etti. Sonra birkaç dakika bize aerobik egzersiz ve ardından evet evet; tai-chi yaptırdı! Ama nasıl? Taekwan-do vuruşu yaptırarak! Herkes o kadar ustalıkla yapıyordu ki, bu spor Kore’den önce burada çıkmış zannederdiniz.
Arkadaş Endonezya vücut geliştirme, halter ve taekwando milli takımlarının sağlık danışmanıymış. Ana çalışma alanı kendi deyimiyle ‘sexercise’ yani cinsel sorunların egzersizle tedavisiymiş. Cinsel sorunların egzersizle tedavisi ilginç bir konu, ama hiç böyle bir sunum beklemiyordum. Ama ben oradaydım!.. Hiç tahmin etmezdim, ama çok utandım, ne yapayım?
Kongre düzenleme heyeti kırk yıllık arkaşlarım gibi. Pasifik insanının cana yakınlığını Açe’den de biliyordum. Ama Jakarta’yı görmeden kültürel olarak Endonezyayı tanımış olmayacaktım.Gerçi sürenin kısalığı dikkate alınırsa yine de olamadım tabii ki. Ama birkaç güne rahatlıkla çok çarpıcı gözlemler sığdırabilirsiniz burada.
Bir yazı dizisinde Hindistan için “Oraya gitmeden önce şaşırma duygunuzu bırakın” deniyordu. Belki de bu durum bütün ücra yerler için geçerlidir. Zira ülkeden ülkeye kültürler hemen değişmiyor, tedrici bir geçiş oluyor. Örneğin Arap ülkeleri, Pakistan ve bu kesimden bakınca Türkiye, AB’ye girse de, girmese de bir Avrupa ülkesi. Ama Dünyanın öbür ucuna gittiğinizde birden herşeye şaşırmaya başladığınızı fark ediyorsunuz.
Havaalanı görevlilerinin nezaketi beni resmen eziyor. Kendi yerlerinde rahatsız ettiğim yetmiyormuş gibi Endonezya’da özellikle Açe bölgesinde sık gördüğüm saygı hareketiyle (sağ ellerini sosyal bir sınır çizer gibi önünüzde tutarak) önümden geçiyor ve bir de özür diliyorlar. Saygısızlık görmeye alışmış bir vatandaş olarak şaşırıyorum ne yapacağımı.
Aslında biraz evvel bekleme salonunda bu nevrozum bir diğeriyle sağlam bir çatışma yaşadı. Ben ve eşyalarım iki koltuk işgal ederken birçok insan yerde oturuyor, bir de yiyeceklerini yere koyuyordu.
Dünyanın bu tarafına geçtiğinizde hijyen kavramının tamamen değiştiğini hatırlatmalıyım. Örneğin Endonezyalılar için yer pis değil. Ama daha ilginci, pis bir iş yapacakları zaman mutlaka yalınayak hale geliyor, terliklerini vb. pisletmiyorlar. Bir de havaalanı veya başka bir yerde, yerde upuzun yatmış bir Endonezyalı görürseniz kalp masajı falan yapmadan önce durumu iyi anlayıp anlamadığınızdan emin olun. Adam sadece dinleniyor olabilir. Burada bütün mescidlerde ‘yatmak yasaktır’ ibaresi yazılıdır, ama yatana da birşey diyen olmaz. Sadece bu değil, pek çok kural yerine göre çiğnenebiliyor.
Açe ile Jakarta farklı. Ama benzer noktaları da var. Mesela Endonezya dilinde yapılmış -resmen- İtalyan müziği burada da çok yaygın, ama ek olarak Bon Jovi türü ‘süt kokanı’ndan trash’e kadar heavy metalin her türlüsü yaygın olarak dinleniyor. Pardon, sadece dinlenmiyor; yapılıyor da.
Bir alışveriş merkezine gittiğimde kulak zarlarım patlayacak olmuştu; 16-17 yaşlarında gençler kurmuşlar sahneyi, bir radyo istasyonunun reklamı vesilesiyle mıntıkayı ‘sallıyorlar’dı. Burada insanlar İngilizceyi iyi bilmiyor ve çok şive yapıyorlar, ama müzik yapanlar hariç. Onları görmeseniz milliyetlerini anlayamazsınız. Sokak müzisyenleri de dahil. Milliyet dedim de, sokakta müzik yapıp para toplayan gruplardan birisi bir kez bana ‘Selamun aleykum’ dedi. Bu da böyle bir tecrübe.
Alışveriş merkezinde çalışanlar demişken, dev bir tanesinin mescidinde namaz kıldıktan sonra çıkarken, mini etekli bir din kardeşimle yüzü yüze geldim! Diger satış görevlileri gibi giyinmişti, mağazada görseniz namaz ehli olduğunu tahmin edemezdiniz. Endonezyalıların tüm vücudu kapatan bir başörtüleri oluyor namaza has. Ama anlaşılan bu, namazla günlük hayat arasında şizofrenik bölünmüşlüklere yol açıyor...
Burada kadınlar Açe’de olduğu gibi, sosyal hayatta çok etkin. Kültürel ve tarihsel değerlere de bu yansımış durumda. Jakarta’da Açe’li kadın kahramanların adını taşıyan cadde ve camilere her yerde rastlamak mümkün. Bize kalsa, kadın evliya deyince bir tane sayabiliriz; kahraman ise iki, bilemedin üç... Son gecemi geçirdiğim otelin karşısındaki mescidin adı küt Mutia idi, yani Mutia (Allah Teala’ya itaatli) kadın. O da bir kahramanmış.
İlk kaldığım yer pek iç açıcı değildi, oda temizliğini tuvaletten getirdikleri paspas ve süpürgeyle (duvarlardaki örümcekler için) kendim yapmak zorunda kalmıştım. Dev fareler cirit attığından pencere açamıyordum, tuvalet ve banyo ortaktı ve terlik getirmemiştim banyo için. Havlum da yoktu, sabah kalkmak için çalar saatim de (cebim çok az çalıyor) bu yüzden sık alışverişe giderek Jakarta’yı biraz daha iyi tanıma imkanı buldum.
Endonezyalılar o yüzden mi ufak tefek acaba? Bence buraya gelince insanda iştah kalmıyor da ondan. Birkaç nesil boyunca burada yaşasa herkes mutasyon geçirip onlara benzer belki de. İnsan yeme isteği duymuyor, ama iştahı kaçıran bir şey de Jakarta’nın kokusu... Evet, her şehrin bir kokusu olduğuna inanıyorum ben, ama bunu o kente vardığınız ilk anda fark edebilirsiniz ancak. Kimisi özelliksizdir, fark edilmez ve sizde bir iz bırakmaz; ama bazıları...
Medine’ye her gelişimde o havayı ciğerlerime doldurmaya çalışırcasına çekerken fark etmiştim bunu. İlk saatlerde havaya alışırsın ve hiç birşey fark etmezsin. Mekke farklıdır. Pakistan şehirlerinden özellikle Karaçi hava ve iklim olarak andırıyor, ama orayı hiç gezemedim; sadece havaalanından transit geçtim. Ama bu transit geçişlerde tabiri caizse köpek gibi koklayarak şehirleri zihnimde bir yere yerleştirme alışkanlığı geliştğini fark ettim kendimde.
Felaket bölgelerine gittiğimizde değişik bir koku karşılar insanı. O yüzden bazı yerlere normal zamanda gitmek isterdim. Ama Endonezya’nın Medan’ına değil. Zira boğucu hava sorun değil ama herkes sigara içtiğinden çok büyük bir sigara odasını kokluyorsunuz sadece.
Jakarta’ya gelince, hava iyi kokmuyor. Bunun bir sebebi de belki sokaklarda adım başı (abartma yok) önünüze çıkan kaldırım lokantaları. Yenen şeylerin hiç biri bizim gastronomimize göre yemek izlenimi verecek şeyler değil. Pirinç lapası dışında. Burada pilav yok, ama ekmeğin yerine geçen pirinç lapası (nasi)var. Tuz ve yağ içermiyor. Bu olmadan doymuş olmuyorlar. Genelde yanında goreng (kızartma) yeniyor. Bütün şehir çok seyreltik olarak da olsa kızartma yağ kokuyor.
Kasapların kokusundan bahis açarsam yazıya bir şekilde muttali olabilecek Endonezyalı bir dostumu (artık hepsi benim açımdan dostlar, tabii kendileri kabul ederlerse) incitmiş olacağımdan korkarım.Ama Açe’de insanların birbirlerini koktukları için uyarmalarının ayıp karşılanmadığını görmüştüm.Belki benim kişisel algılarım da bu hoşgörü kapsamına girer diye ümit ediyorum.
Endonezya yemeklerinden söz açılmışken, Brezilya’da görebildiğim kadarıyla pirinç ağırlığı dışında latin ülkeleriyle benzer gastronomiye sahipler. Acılı, baharatlı, soslu, yağlı. Açe’de Deniz Feneri Derneğinin bir okul açılışında yeşil içecekler gördüm. ‘Salatalık suyu’ olduğunu öğrendiğimde tecrübe gereği “Bize uymayacak ne olabilir?” diye düşündüm ve şekerli olup olmadığını sordum. Şekerliydiler!
Almadım önce, ama yemekten bir kaşık alınca ister istemez o şekerli salatalık sularından birkaç bardak götürmek zorunda kalıyordum. Tabii bu yadırgama benim için geçerli. Bize tercümanlık yapan Türk öğrenci birkaç hafta bizim binamızda Türk işi yemek yedikten sonra Endonezya yemeklerini özlediğini söylemişti gayet samimi olarak. Tabii Endonezyanın tek egzotik tarafı değişik mutfağı değil. Değişik, çok çeşitli, şaşırtıcı meyveleri. Onları bu yazıda es geçelim.
Bana bu yazıyı yazdıran etken, Jakarta’nın bana hissettirdiği şeyler. Son derece açık, doğal, bir o kadar saygılı ve güleryüzlü insanı. Batı müziğini gerçekten hakkını vererek yapan, internet kafe ve gece klüplerini boş bırakmayan globalizasyon gençliği. Doksanlı yıllarda Hacda Suudlu bir genç, ısrarla bana walkman’inden bir parça dinletmek istemişti. Diyanetin bölgedeki hacılarının ev sahibinin oğluydu sanıyorum. 14 -15 yaşlarında. Çok çalışıyorduk ve vaktim yoktu, kulaklığı takmamla çıkarmam arasında Arap müziği dünyasında küme düşecek kalitede bir yalelli’yi batı enstrümanlarıyla dinlemiştim. Çocuk gururla: “Agoni. Suud.” dedi. Kendi teenager dönemimi hatırlamıştım.
Dünyamız böyle şeylerdi bizim de. Ama Jakarta’daki gençlik sömürge geçirmiş bir ülkenin gençliği, burada değişim çok daha hızlı olmuşa benziyor. Bununla birlikte, gençlik bir arayış içerisinde hala. Enerjikler. Herkesin karşı cinsten arkadaşı var ve cinsel ilgileri yüksek. Ancak evlilik kurumu toplumda hala kuvvetli bir şekilde var. Dini hassasiyetler Açe’deki kadar ön planda değil, ama mescidler de hiç boş kalmıyor gün boyu.
Bizdekinin tersine, mescidlerde genç ağırlığı var; zaten sokaklara bakıldığında da Avrupa’nın en genç ülkesi olan Türkiye’den daha genç bir ülke izlenimi ediniliyor. Endonezya insanı dürüst, açıksözlü ve samimi. Bunlar doğuya gidildikçe maalesef az bulunan özellikler.
Ağustosun 17’si Endonezya’nın bağımsızlık bayramı. Her yerde bayraklar ve flamalar 10 gün önceden asılmaya başlanmış. Aynı zamanda her yerde Amerikan şirketlerine ait fast food dükkanları görmek mümkün. İlginçtir; Komunist bir liderin de kocaman bir heykeli ve meydanı var. Bağımsızlığına düşkün bir ulus bence Endonezyalılar. Panolarında reklamdan çok resmi kuruluşların duyuruları var. Bazıları gerçekten profesyonel reklamcılar tarafından hazırlanmış gibi. Birinde boksör rakibini sopayla nakavt etmiş, yazıda “En kolay yol, felakete en kısa yoldan götüren yol olabilir” gibi bir slogan.
Bunun gibi sigara alışkanlığından vaz geçirmeye çalışan afişler ağırlıkta; bu da bağımsızlıkla ilintili bir şey tabii; mücadele ettiği şeyin arkasında uluslararası bir kartel var.
Ama en çok hoşuma giden “Galli lumpang, tutup lumpa” oldu. Hemen altında tenya kenapa? (Sebep ne?) diyor. Bu deyim “Çukur Aç, Çukur Kapa” anlamına geliyor ve Endonezya’da çok kullanılıyormuş. Ama afişteki resim bunu çok güzel tamamlıyor: Asfalt delinmiş, hemen yanında kapatılmış(!) hali var. Tabii asfalt parçaları deliğe tıkılmış sadece, iç açıcı bir manzara değil. Sigaranın hasarının geri dönüşümsüz olduğunun vurgulanması çok yerinde olmuş.
Dindar bir ailede haşarı bir ergen olur ya bazan, ele avuca sığmaz. Her şeyi merak eder, keşfetme arzusuyla doludur, çokca öykünür ve iyi taklitçidir. Kolay öğrenir, kolay tutulur, kolayca sıkılır. Kendince yolunu çizerken olumlu örneklere rastlarsa çok güzel bir insan olacaktır. İşte ona ihtiyacı olan acar bir ergen izlenimi veriyor Jakarta...
Sonuçta Açe’den sonra bir şehrini daha tanımış olduğum Endonezya, tekrar görüp göremeyeceğimi bilmesem de; “Orada olduğunu” bilmekten mutluluk duyduğum dostlarımdan biri gibi benim için artık...