Sağlık Ve Vakıf
Şeyh Galib’in deyişiyle âlemin özü kâinatın güzelliği olan insan, çoğu kez ulvi gayesini unutarak süfli bir hayatı sürüklemektedir. Tevhid penceresinden bakıldığında insanın ve evrenin muhteşem bütünlüğü, ölçü ve düzeni göze çarpmaktadır. Bu bütünlük madde ve fonksiyon planında, fert ve toplum yapısında, biyolojik ve fizik çevrede, ruh ve bedende, manevi ve psikolojik alanda, dünya ve ahiret hayatında ayrılmaz birliktelik oluşturmaktadır.
Bu meyanda “insanın iç ve dış âleminde ölçü ve denge içinde olması” şeklinde tanımlayabileceğimiz sağlığın da beden, ruh, sosyal ve çevre gibi çeşitli yönleri bulunmaktadır. Bütünlük ve ahengin bozulması “nifak”’ sözcüğü ile ifade edilebilir. Bu anlamda dış davranışlar ile iç âlemi arasında tezat gösterenlere “münafık” denilmiştir. Nifak bedende ortaya çıkabildiği gibi sosyal, psikolojik ve ruhsal alanlarda veya dış çevrede kendini gösterebilir.
Sosyal çöküntüler kültürel ve ahlaki kirliliğe, sapık davranışlara, içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş gibi kötü alışkanlıklara zemin teşkil ettiği gibi anarşi, terör ve huzursuzluğun da kaynağını oluşturur. İnsanların değer yargıları ile onlara dayatılan hayat tarzları arasındaki uyumsuzluklar bir diğer nifak unsurudur. Bu durum kişilerde içine kapanma, bireyselleşme ve asosyal bir yapı oluşmasının önemli bir nedenidir.
Sağlık hayatın her alanını kapsamaktadır. Yalnızca fizyolojik sağlık çerçevesinde bakıldığında bile asgari bir yaşam standardı sağlanmasının lüzumu ortaya çıkar. Bu açıdan ekonomik ve sosyal imkânların adaletli şekilde temini, temiz bir çevre, eğitim ve sağlık hizmetleri, toplumun genel menfaatini sağlayacak, zarar vermeyecek, zararları giderecek siyaset ve dış ilişkilerle yürütülmesi gibi pek çok konu hesaba katılmak zorundadır.
İnsan yaratıkların en şereflisi olup irade ve tercih yetkisiyle donatılmıştır. İnsan kendi iç âleminde ve dış dünyada iyinin, güzelin, hak ve adaletin temsilcisi olduğu gibi aynı zamanda fitnenin, fesadın, maddi ve manevi kirliliğin de tek sorumlusudur. Dünya hayatı bu iki potansiyelin mücadele sahnesidir.
“Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.” (N.F.Kısakürek)
Hayat insanın aktivitesiyle şekillenmektedir.
“Bir toplum kendinde olanı değiştirmeden Allah hallerini değiştirmez.” (Ra’d, 11)
Toplumun kendinde olan şey irade ve teşebbüs gücüdür.
“İnsan ancak gayret ettiğine ulaşır.” (Necm, 39) Bu hüküm inananlar için de inanmayanlar için de geçerlidir.
İslam bir inanç ve hayat tarzıdır. Fert ve Allah arasındaki ilişkiyle sınırlı değildir. İnsan ve sosyal alan dinin odak noktasıdır. İnsanın yaradılış amacı kulluk sorumluluğunun (ibadet) yerine getirilmesidir. (Zariyat, 56) İnsanın kulluk seviyesi, talepleri ölçüsündedir. Sebeplere yönelmek (dua) esastır.
Bunun için amaçlı ve planlı birliktelikler (cemaat, organizasyon) gereklidir. Bireysel olarak hakkıyla ibadet mümkün değildir. (Fatiha, 5) Sosyal değişim için cemaatleşme zorunluluktur. Allah’tan hakkıyla sakınmak (Âl-i İmran, 102) için Allah’ın ipine toptan sarılmamız ve bu konuda parçalanmamamız (Âl-i İmran, 103) gerektiği ve ancak bu şekilde hayırlı ümmet olmanın şartı olan iyiliği emretme, kötülüğü engelleme görevinin (Âl-i İmran, 104-110) yerine getirilebileceği apaçık ortadadır.
Nitekim Kur’an’da yakasını kurtarabilecek olanların ancak inanıp inançlarının gereğini yapanlar olduğu ifade edilirken, Hak’kı ve sabrı birbirine tavsiye edenler vurgusuyla sosyal ve kitlesel boyuta işaret edilmektedir. (Asr, 3) Bir fonksiyonun oluşması için sebeplerin bütünleşmesi gereklidir.
Bu anlamda inananların bir bedenin azaları gibi organize olmaması hayatı iyiye yönlendirme görevinin aksamasına ve neticede inkar edenlerin aralarındaki dayanışma, yeryüzünü fitne ve fesatla doldurmalarına (Enfal, 73) imkân vermektedir.
Bugünkü hayat düzenimiz kontrolümüz altında değildir. Hatta geleceğimiz dahi ipotek altındadır. Sosyal aktivitelerin dışında kalmamız saygınlığımızın oluşmamasına, yok sayılmamıza, dışlanmamıza, zaman zaman da horlanmamıza neden olmaktadır. Dışımızdaki senaryolara, programlara zorlanıyor, sahte özgürlüklerle, topluma duyarsız güç odaklarına indeksli demokrasilerle uyutuluyoruz. Geleceğimizle ilgili açık görüş ve programlar ortaya koyamıyoruz.
Toplumsal görevler için vakıflar önemli bir potansiyeldir. Vakıflar, değer yargılarının oluşmasında, toplumsal katılım ve sosyal dengelerin sağlanmasında büyük görevler yapmışlardır. Totaliter, merkeziyetçi ve dayatmacı bugünkü devlet modeliyle toplumu korumayan liberal sistem arasında vakıflar bir denge ve tampon sistemi oluşturmaktadır.
Vakıf, bir varlığın Allah için toplum menfaatine tahsisidir. Bu yönüyle vakıflar sosyal hizmetlerin zorlamayla değil istekle, gönüllülük temelinde yerine getirildiği, dolayısıyla kültür hayatına ve sosyal barışa damga vuran müesseselerdir. Bu teşekküller bireysellikten toplumsallığa, ataletten dinamizme canlı topluma geçiş platformlarıdır.
İnanan insan yaradılış amacı itibariyle bir anlamda canlı bir vakıftır. “De ki, namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 112) “Allah mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır.” (Tevbe, 111) Vakfiyelerin son cümlesi genellikle vakfı amacından saptıranlara Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanet dileği ile noktalanır. Allah’ın kendisine verdiği göreve isyan eden şeytan, lanetin ilk muhatabı ve öncüsü olmuştur.
İnsan mükerrem kılınmıştır. İslam, insana hizmeti temel ibadetlerden saymaktadır. İnsanın en değerli varlığı hayatı ve sağlığıdır. “Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş, bir insanı kurtaran bütün insanları kurtarmış gibidir.” (Mâide, 32) “İnsanların hayırlısı onlara faydalı olandır.”
Vakıf, İslam’ın sosyal hayata yansıması, şükrün ifası, Allah ile alışverişin bir tarzıdır. İslam dünyasında hayatın her alanında olduğu gibi sağlık alanında da çok sayıda vakıflar kurulmuştur. Hastaneler yanında darüzziyafeler ve ayrıca nekahet dönemi hizmetleri için tabhaneler açılmıştır.
Hastalar tedavi edildikten sonra normal aktivitelerine dönünceye kadar bakılır, gerektiğinde elbiseleri, harçlıkları temin edilirdi. Vakıflar, eğitimden sağlığa, yiyecek ve su temininden yoksulların çeyizine, yetimlerin, dulların himayesinden göçmen kuşların, hasta leyleklerin bakımına kadar hemen her sahada merhametin, şefkat ve sevginin abideleri olmuşlardır.
Medeniyetler maddi ihtişamlarıyla, uzayı, ayı fethetmeleriyle değil, gerçek manada insanı fethetmeleriyle değerlendirilmelidir. Tarihimiz bu açıdan muhteşem bir insan ve vakıf medeniyeti örneğidir.
Karatay Kervansarayı Vakfiyesinde (1237) “Kazanmaktan aciz kadın-erkek, müslüman-kafir herhangi bir fakir kimse sığındığında her birine yılda 120 dirhem para ve 24 müd zahire tahsis edilmesi... Ayakkabısı olmayan yoksullara ayakkabı temin edilmesi... Hana gelen ve handan geçen müslüman-kafir, erkek-kadın, her yolcuya günde 300 dirhem iyi ekmek, pişmiş yemek ve et verilmesi... Handa hastalanan her fakirin Allah ona afiyet verinceye veya ölünceye kadar ilaçlarla tedavi edilmesi ve fakir biri ölürse defninin vakıftan yapılması...” şart kılınmıştır.
Kendileri de yetim büyüyen Peygamberimiz yetimlere özel önem vermiş ‘yetimi koruyan cennette benimle beraberdir” buyurmuşlardır. Yetimler için pek çok yetimhaneler açılmış ve süt anneler tutularak bakımları ve eğitimleri sağlanmıştır.
Sultan Abdülhamid’in Dârülaceze’sinin kuruluşuyla ilgili 1890 tarihli iradelerinde “geçimini sağlamak için sokaklarda dilenmekte olan ve kimsesiz çocuklarla, hasta ve sakatların dilenme zilletinden, horluğundan kurtarılması... şeklinde son derece insani ve ince bir amaç gözetilmiştir.
Osmanlı döneminde sadece İstanbul’da 20 imarethane bulunduğu ve bunlardan din, dil ve ırk ayrımı yapılmadan günde 30 binden fazla muhtacın yararlandığı bilinmektedir. II. Meşrutiyet’ten sonra bu kurumlar kapatılarak yalnızca ikisinin Kızılay’a devri kaydıyla faaliyetine izin verilmiştir.
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma ve aslına muhalefet hareketi Cumhuriyet’le doruğuna ulaşmış; sivil örgütlenme ve katılımcılığın engellenmesiyle kişiliksiz ve tepkisiz bir toplum modeli oluşturulmak istenmiştir. Vakıfların ve toplumsal dinamiklerin dışlanması sosyal bağların çözülmesine, hoşgörüsüzlüğe ve düşmanlıklara yol açmıştır.
Vakıf kültürünün köreltilmesi toplumun zayıfa, yoksula bakış açısını değiştirmiştir. Sosyal ihtiyaçları dahi karşılanan hastalara karşılık bugün en zaruri ilaçlarını dahi alamayan, doktor yüzü görmeyen yığınlar ortaya çıkmıştır.
Kışın soğuğunu köhne gecekondularda yakıtsız geçirenler, ucuz ekmek kuyruklarında saatlerce bekleyenler, köprü altlarında tiner koklayan ve her türlü kötülüğe alıştırılan, himayesiz, eğitimsiz çocuklar, fuhuş ve uyuşturucu uçurumuna sürüklenen gençler... günümüzün alışılmış insan manzaraları olmuştur.
Geçmişte alışık olunan öz varlıklarını vakfın hizmetine vakfeden devlet büyüklerinin, sultanların, sultan hanımlarının, beylerin, paşaların, zenginlerin yerini; varlıklarını toplumu daha da sömürmek, tahakküm etmek için vasıta yapan, kamu imkânlarını yandaşlarına peşkeş çeken, servetlerini yabancı ülkelere kaçıran Cumhuriyet analarına..., babalarına..., köşe dönücülerine…, rantiyerlere bırakmış, servetin zenginden fakire akışı tersine dönmüştür. Geçmişin ikram sofraları kurtlar sofrasına yerini bırakmıştır.
Devletin güçsüz olduğu yerde anarşi, kanunsuzluk; milletin dışlandığı yerde de otorite despotluğu, adaletsizlik, hukuk gaspı ve zulüm vardır. Adalet, hakkın kuvvetle buluşmasının sonucudur. Bunun için güçlü ve canlı olmak zorundayız. Canlı sistemlerin iki temel özelliği organizasyon ve üretim kabiliyetidir. Organizasyonunu kaybeden cemiyetler, zillet ve yokluğa mahkûmdur.
Birkaç asırdır devam eden sosyal-siyasi-kültürel çöküş hareketi artık dibine varmış, bu hareketin savunuculuğunu yapanlar artık iflas etmiştir. Ufukta yeni bir yükseliş dönemi belirmiştir. Bu hareket bizim gayret ve himmetimizi beklemektedir. Meslek sahamızda bugüne kadar sahipsiz kalmış pek çok sorun bulunmaktadır.
Her şeyden önce materyalist felsefeye dayalı, insana araç gözüyle bakan çağdaş tıbbı sorgulayabilecek, insana ve hastaya farklı bir görüş getirebilecek seviyeye ulaşmamız, alternatif çözümler üretmemiz, tıbbi-İslami konuları irdelememiz lazımdır.
Ülkemizde istesek de istemesek de içinde yer aldığımız sağlık politikasının belirlenmesinde direkt veya dolaylı etkide bulunmak, bunun için bilgi ve düşünce üretmek, mesleki teşekküllerde aktif rol üstlenmek, kazancı bol işleri tercih ederek hizmet alanlarını ve yönetim kademelerini terk etmememiz gerekmektedir. Aksi taktirde şikâyet ettiğimiz statükonun mahkûmiyetinden kurtulamayız.
Bize uygun olmayan, kontrolümüz dışındaki sistem ve mekanizmalar içerisinde sonuç almamız oldukça zordur. Bu sahalarda aktivitelerimiz kapasitelerimizi verimsiz şekilde tüketmekte ve alternatif arayışları tıkamaktadır. Çeşitli tavizlere zorlanmamız ve karakter erozyonuna maruz kalmamız aramızdaki güveni ise zedelemektedir.
Altyapı eksiğimiz her alanda kendini göstermektedir. Bu durum ülkemizde son yıllarda ortaya çıkan fikrî gelişme, uyanış ve siyasi fırsatların pratiğe eşdeğer yansıyamamasının temel nedenlerinden biridir. Köklü altyapıdan mahrum olanlar iktidar olsa da muktedir olamazlar.
Temel problemlerimizin başında insan kaynağının ihmali gelmektedir. Ulusal ve uluslararası seviyelerde bilimsel ve sosyal ilişki ağını kurarak canlandırmamız, bu şekilde nitelikli insan gücünün yetişmesine yardımcı olmamız, hem de mazlum milletlere tıbbi ve sosyal yardım ulaştırmamız üzerimize vecibedir. İnananlar kardeştir. Kardeşler birbirinin dost ve yardımcılarıdır. Yardımlaşanlar cemaat şuuruna ererler, problemlerini kendi aralarında çözerler. İzzet ve şereflerini korurlar.
Kardeşlerini yardımsız şekilde zalimlerin eline bırakmazlar. “İnsanlara zulmedenlere, haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır.” (Şuara, 42) Bu tavrı sergileyecek gücü iktidarı olmayanlar için en son tavır “Aşırı gidenlerin, yeryüzünü fesada verip ıslah etmeyenlerin emrine uymayın.” (Şuara, 151-152) âyetinde belirtilmiştir.
Aksiyonsuz bilgi işe yaramamaktadır. Denizin dibindeki inci çıkarılmadıktan sonra çakıl taşından farklı bir değer ifade etmez. İnancın pratik ve sosyal etkinliğinin sağlanması gereklidir. “İnsanlar (inandık) demekle denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar?” (Ankebut, 2)
“Kitap yüklenmiş merkep” etkinliği olmayanın timsali,
Haksızlığa suskun kalmak dilsiz şeytanın vasfı,
Mazlumların feryadına sağır kalmak insaniyetin iflası.
Dünya hayatı bir seyir yeri değil, emanet görevinin ifa edileceği bir imtihan sahnesidir. İdeal manada sağlıklı hayat tevhid düzenini bozan unsurların giderilmesiyle mümkündür.
(Yazı ilk olarak Hayat Vakfı Bülteni, 1996, sayı: 3’de yayınlanmıştır.)