Sağlığın Sosyo- Kültürel Boyutu
Hayat hassas dengeler üzerinde kurulmuştur. Burada her türlü etkileşime açık, yani kararsız denge hali söz konusudur. Bu düzen içerisinde dengeleri değiştirebilen, bozabilen yegâne varlık insandır.
İnsan bir yandan kendi iç âleminin birbirine ters istikametteki istek, duygu ve kabiliyetleri; diğer yandan dış dünyasının farklı tesirleri altında âdeta tezatlarla iç içe yaşamaktadır. Hayatın içinde insan hem etkilemekte, hem de etkilenmektedir. İnsanın şerefi, itibarı, sağlık ve mutluluğu, bulunduğu sosyal yapıyla, sosyal düzende insan faktörüyle tamamen ilgilidir.
Genel anlamıyla sağlık; “insanın kendi iç âleminde ve dış dünyasında dengeli olma hali” şeklinde tamamlanabilir. İnsanın iç dünyasındaki dengesizlikler, psikolojik rahatsızlıklara, davranış bozukluklarına yol açtığı gibi fizik, sosyal ve biyolojik çevresiyle, diğer canlılarla, kimyasal maddelerle, gıdalarla, kısaca irtibatlı olduğu tüm varlıklarla dengesiz ilişkileri veya ölçüsüz davranışları çeşitli hastalıklara ya da sosyal problemlere neden olur. İnsan özgür iradesi ile hem iyiliklerin ve güzelliklerin, hem de kötülüklerin kaynağıdır.
Birey ve toplumların sağlığında insanın varlık tasavvurundan başlayarak inanç, değer yargıları, kültür, eğitim, tarih ve gelecek perspektifine kadar pek çok faktörün belirleyici etkisi vardır. Bu yazıda sağlığın sosyal boyutu ve bunun kültürel temelleri üzerinde durulacaktır. Sosyal sağlığın ilk halkası bireyin kendisi ve toplumu ile barışık olmasıdır. Kişiliğin, değer yargılarının, tutum ve davranışların oluşması aile yuvasından başlar. Anne babanın sevgisi, ilgisi, terbiyesi ilk mayayı oluşturur.
Sevgisiz, ilgisiz, korunmasız kalan çocuklar kendilerini güvende hissetmedikleri gibi güvenli ilişkiler de kuramazlar, şiddete, anormal tutum ve davranışlara son derece açıktırlar. Bu nedenle insan kişiliğinin her türlü saldırı ve tehlikelerden korunması gerekir. Sosyal sağlığın oluşmasında emniyet, güven ve adaletin sağlanması, kötülüklerin engellenmesi şarttır. Canı, malı, aklı, ırzı ve nesli korumak devletin ve tüm dinlerin temel hedeflerindendir.
Sosyal düzen toplumun ortak varlığıdır. Hukuk, örf ve ahlak kuralları bu düzenin oluşmasını ve muhafazasını sağlar. Hukuk, hâkim güçlerin kanuna dönüştürülmüş iradesi değildir. Esas korunması gereken zayıf ve güçsüzlerin hakkıdır. Sosyal sağlığın oluşmasında adalet temel faktördür. Adalet ancak doğrunun ve gücün birlikteliği ile sağlanır.
Bugünkü çarpık global sistemde güçsüz olan, adaletten de mahrum kalmakta ve ezilmektedir. Devletin olmadığı yerde anarşi ve kanunsuzluk; hukukun çiğnendiği devlette haksızlık ve otorite despotluğu vardır. Ekonomik kaynakların adaletsiz dağıtımı siyasi, sosyal ve kültürel baskılara da kaynaklık teşkil eder. Dış tehlikeler kadar insanın kendi ihtiraslarının, ölçüsüz istek ve aşırılıklarının da dizginlenerek çevresi ile uyumlu, ölçülü ve sosyal sorumluluğunun bilincinde kişiler haline getirilmeleri gerekir.
Bilginin en etkili olanı göz önünde tatbik edilenidir. Bu açıdan örnek ve modeller son derece önemlidir. İyilikleri yaymak kötülükleri örtmek esastır.
Bu yönden bakıldığında medyanın rolü tam da bunun aksi istikamette oluşmaktadır. Her türlü yanlışın ve çirkinliğin boy boy teşhir edilmesi toplumu olumsuz yönde etkilemektedir. İnsanın davranışlarında, çevresi ile ilişkilerinde kültürel birikiminin ve inançlarının büyük etkisi vardır. Sosyal ve kültürel yabancılaşma, sosyal barışı tahrip eden en önemli faktörlerden biridir.
İnsanın iç dünyası, değer yargıları ve inancı ile uyuşmayan hayat şartları iç sıkıntılara ve kişilik problemlerine neden olur. Bu nedenle insanları kendi değerlerine ve inançlarına aykırı davranmaya zorlamak onlara en büyük haksızlıktır. Bu durum anarşi ve terörün de temel sebebidir. Benzer şekilde insanın düşünce dünyası ile yaşam pratiği arasındaki uyumsuzluklar ümitsizlik, hayal kırıklığı ve güvensizlik oluşturur. Kültür; birey ve toplumların tavırlarını belirleyen değerler manzumesidir. Milletlerin, medeniyetlerin büyüklüğü, maddi gelişmişlikleri uzayı, ayı fethetmeleri ile değil, kültürel değerleri, “insanı” keşfetmeleri ve onu yüceltmeleri ile ölçülür. Bu manadan uzak medeniyetler yıkılmaya mahkûmdur. Nitekim materyalist Batı uygarlığının iki devinden biri dağılmış, diğeri ise hızla akıbetine yaklaşmaktadır.
Din ve vahiy ile ilişkileri kültürlerin temel karakterini yansıtır. Bu açıdan İslam Kültürü ‘insan”, Batı Kültürü “menfaat” odaklıdır. “İnsanların hayırlısı onlara yararlı olandır.” İslam’ın ilk devirlerinden itibaren yaygınlık kazanan vakıflar aracılığı ile toplumun sosyal dengeleri korunmuş, bir ibadet bilinci ile servetin zenginden fakire doğru akışı sağlanmıştır. Osmanlı döneminde yalnız İstanbul’da 20 imarethanede her gün 30.000’den fazla kişinin din, dil, ırk ayrımı yapılmadan doyurulduğu bilinmektedir.
‘XIX. yy.’da peş peşe savaşlarla fakirlik ve sefaletin artması, dul, yetim ve öksüzlerin çoğalması ile bunlar için her türlü sosyal ihtiyacı karşılayacak kurumlar oluşturulmuştur. Darülaceze’nin kuruluşu ile ilgili Sultan Abdülhamid’in 1890 tarihli ifadesinde; “Geçimini sağlamak için sokaklarda dilenmekte olan ve kimsesiz bulunan çocuklarla, hasta ve sakatların dilenme zilletinden, horluğundan kurtarılarak yapabilecekleri ölçüde kendi işleri ile geçinebilmelerini sağlamak ve bunlardan iş yapamayacakların beslenip barındırılması ve kimsesiz çocukların eğitim ve terbiyesi için bir yer ayrılması...” şeklinde muhtaca bakış açısı çok güzel yansıtılmaktadır. Görüldüğü gibi toplumu dilencilerden kurtarmak değil bilakis onları bu zilletten kurtarmak gibi çok ulvi ve insani bir amaç ortaya konmaktadır.
Tanzimat ile başlayan milletin temel değerlerine muhalefet hareketi Cumhuriyet ile birlikte tam olarak iktidar olmuştur. Batı kültürü ile gözleri kamaşan sözde aydınlarımız kendi kültürüne ve toplumuna sırt çevirmeyi terakki saymışlardır. Asırlarca fakirlere, yoksullara, sahipsiz çocuklara kol kanat germiş olan vakıf müesseseleri, Evkaf Nezaretinin kurulması ile merkezîleştirilmiş ancak hizmetleri büyük ölçüde kısıtlanmıştır.
Toplumun zayıf noktalarını kapayan bu hizmetler yürütülemeyince dilenciler, sokak çocukları, tinerciler, gaspçılar, hırsızlar, sapıklar meydanları doldurmaya, toplumun rahat ve huzuru kaçmaya başlamıştır. Ahlaki değerlerin yozlaşması ile servetin zenginden yoksula akışı yön değiştirerek yoksul halkın ve devletin soyulma dönemi başlamıştır.
“Bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş, bir insanı yaşatan tüm insanları yaşatmış gibidir.” “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”
“Adalet, ihsan… gibi” esasları, toplumsal koruma ilkeleri ile değerlendirildiğinde açık bir şekilde görülür ki ; “İnsani olan İslami ve İslami olan insanidir.” İslam inancının şekillendirdiği insan modelinde emanet, kul hakkı, hesap verme, israf vb. toplum düzeninde de kamu yararı, zarar vermeme, zararı giderme ve zararlı davranışları engelleme gibi sosyal sağlığı ayakta tutan değerler hâkimdir.
Bugünkü Batı kültürünü oluşturan liberal, materyalist, aydınlanmacı anlayış dini dışlamak, kendi kurallarını onun yerine oturtmaya çalışmaktadır. Bu anlayış her türlü inançtan, ön yargıdan arındırılmış “bağımsız akıl” ve “bireysel özgürlük” üzerine kurulmuştu. Ancak bu özgürlüğün liberal anlayış çerçevesi ile sınırlı olduğunu da vurgulamak gerekli. Bu anlayışa göre “Liberalizm en üstün sistemdir. Hür siyasi mücadele ve görüş ayrılıkları sonuçta en iyi politikayı üretir. Bu sistemin reddedilmesi veya eleştirilmesine izin verilemez.
Sadece hür ve akılcı bireyler siyasi haklardan yararlanır. İrrasyonel bireylerin bu özelliklerinden kurtarılmaları gerekir. Onlara karşı tek etkili ve ahlaki yol onları liberalleştirmektir. Kabul etmediklerinde onlara baskı uygulamak ve boyun eğdirmek gerekir.”
Cumhuriyetimizin 85 yıllık serüveni şaşırtıcı şekilde liberalizmin inanç esaslarıyla örtüşmektedir. Hemen her gün bu anlayışın fanatik savunucuları ile karşılaşıyor isek de en açık sözcülerinden küçük bir alıntı oldukça aydınlatıcı olacaktır: “Bütün bu inkılabın esas bedeli mazi ile hesapları kesmek ve maziyi yıkmaktır. Türk inkılabının en mühim vazifesi de bu sebeple maziyi en son bakiyesine kadar söküp almaktır.
Kanunlarımızda onların düşünce ve usullerine yer yoktur. Biz onları en biaman düşmanlarımız gibi memleketin en ücra köşelerine kadar kovalayarak imha eyledik. Onların bekayası yerin dibine gömülmüştür. Mazinin bu mezarı bir daha gömülecek, keskin silahı elinde olan bir nöbetçi tarafından bekayası bir daha mezarının altından yeni hayat filizleri üretmesin diye gece gündüz bekleyecektir.” (Mahmut Esat BOZKURT, Adliye Vekili 14 Eylül 1927 Hâkimiyeti Milliye Gazetesinden.) Hâlbuki materyalist kültür sömürü, şiddet ve saldırganlığı teşvik etmekte; bencil, başkasını önemsemeyen bir insan tipini ortaya çıkarmaktadır.
Batı dünyasının bilim ve teknolojide ulaştığı büyük başarı aynı zamanda onun en büyük insani zaaf kapısını oluşturmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de “İnsanoğlu kendini müstağni görünce azar” (Alak 6-7) denmektedir. Liberal ahlak iddia edildiği gibi en iyi düzeni sağlayamamış, güçlülerin lehine gelişen toplum şartları tekellerin, tröstlerin oluşması ile dengeleri daha da kötüleştirmiştir. Bu durum ancak çıkarılan yasalarla kısmen dengelenmeye çalışılmıştır. Buna karşılık İslami kültürün etkin olduğu toplumlarda hiçbir zaman büyük sosyal patlamalar ortaya çıkmamıştır.
Toplumsal koruma mekanizmaları ve “zenginlerin mallarında yoksulların hakkı olduğu” gerçeği, dengelerin muhafaza edilmesini sağlamaktadır. İslam bireye, topluma ve yöneticilere büyük ahlaki sorumluluklar yüklemektedir. Selamlaşma, insanlara güzel söz söyleme, laf taşımama, insanların aralarını düzeltme, yalan söylememe, kin ve öfkesini bastırıp insanların kusurlarını affetme, kötülüğe iyilikle karşılık verme, ihtiyaç sahiplerine, yakınlara, komşulara yetimlere yardım etme, borç verme, akrabalık ilişkilerini muhafaza etme, birbirine sabrı ve Hakkı tavsiye etme, boş sözlere yüz çevirme, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma, haksızlık yapmama, iyi ve kötü günlerinde dostlarını yalnız bırakmama... gibi daha birçoğunu sayamadığım İslam’ın şekillendirdiği toplumsal ahlak sosyal sağlığın en büyük teminatıdır. İnanan kişinin temel bir özelliği de çevresine emniyet, güven duygusu vermesidir.
Global sistemin maddeye kurban ettiği insanlık bugün en buhranlı dönemlerinden birini yaşıyor. Bugünkü hâkim medeniyet “insanla” çelişiyor. İnsani ve manevi değerlerden uzak yetişen gençlik bir futbol maçı kadar bile insani trajedilerden etkilenmiyor. İçki, kumar, sigara, uyuşturucu, fuhuş gibi kötü alışkanlıklar hızla yaygınlaşarak toplumları çöküşse sürüklemektedir. Yaradılış amacına uygun sağlıklı bir hayat düzeni insanın kendisi, çevresi ve yaratıcısı ile uyum içinde olmasıyla mümkündür.
Din, aşırılıklardan, sapıklıklardan koruyarak insanı fıtratın temiz atmosferine, ölçüye, ahenge, dosdoğru yola eriştirmede vazgeçilmez bir rol oynar. İnsan, hayatın öznesi, olay ve hadiselerin kilit unsuru, irade ve şuurun temsilcisi... İnsan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisi. Topluma müspet anlamda yön verebilmek, iyiyi, güzeli, hikmeti temsil etmek “temsilciliğin” şiarı; yaşanan vahşete, çirkinliklere sessiz kalmak “dilsiz şeytanın” vasfı olmakta. Mazlumların feryadının cevapsız kalması ise “insani değerlerin” iflasını göstermektedir.
Zulüm ve sömürü çarklarını elinde tutan, çifte standartlarını dayatan grupların saltanatı, kendi görevlerini ihmal eden kesimlerin sırtında yükselmektedir. Bugün “insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı (iyilikleri tavsiye eden, kötülüklere engel olan) topluluğu” (Âl-i İmran, 110) arıyoruz. Ancak, onu yanlış yerde değil, kendimizde arayıp bulmamız, dağılmış zinciri yeniden toparlayıp bütünleştirmemiz gerekmektedir.
Öncelikle bireysellikten sıyrılıp elimizi en yakınımızdakine uzattığımızda halkanın tamamlanmaması için başka bir sebep kalmayacaktır. Sivil Toplum Kuruluşlarına bu anlamda çok büyük görevler düşmektedir. “İnsanlar bir zalimi görüp de zulmüne engel olmaya çalışmazlarsa azabın bütüne gelmesi pek muhtemeldir.”
(Yazı ilk olarak İşletme Dünyası, Kasım 2006’da yayınlanmıştır.)
* Bir Bilge Hekimin Zamana Şahitliği, Tefekkür Düşünce Merkezi, İstanbul,2021
**Prof.Dr Mustafa Samastı /Kutupyıldızı Derneği Başkan Yardımcısı