İlim Yayma Yurdu ve Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş
1979 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okumaya başladığımda hiç evlenmemiş olan merhum Dayım Seyit Galip Varilci’nin Beylerbeyi’nde Abdullah Ağa Camii'nin yanındaki Beybostanı sokağının Kalaycı Şükrü sokağı ile kesiştiği noktada şu anda mevcut olmayan evinde kendisiyle birlikte kalmaya başlamıştım.
Dr. Mahmut TOKAÇ
Lisede okuyan gençlerle konuştuğum zaman onlara mutlaka bir üniversitede okumalarını tavsiye ediyorum. Eğer bu üniversiteyi İstanbul’da okurlarsa bunun iki üniversite bitirmeye denk olduğunu, üniversiteyi İlim Yayma Yurdu’nda kalarak okurlarsa bunun da üçüncü bir üniversiteden mezun olmak kadar değerinin bulunduğunu söylüyorum. Hele bir de kıymetini tam bilemesem de bana nasip olan “Görünmeyen Üniversite”nin talebesi olabilirlerse bunun kıyas bile kabul etmeyeceğinden bahsediyorum. İşte benim “Görünmeyen Üniversite”[1] ile tanışmama da vesile olan İlim Yayma Yurdu’na girişim ve Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’u konu edindiğim, İVEK Vakfının internet sitesinde 2015 yılında bir başka vesileyle yazdığım “Sevinç ve Hüzün” başlıklı yazımdan kısaltarak ve ufak değişikliklerle alıntıladığım yazımla sizleri başbaşa bırakıyorum.
…
1979 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okumaya başladığımda hiç evlenmemiş olan merhum Dayım Seyit Galip Varilci’nin Beylerbeyi’nde Abdullah Ağa Camii'nin yanındaki Beybostanı sokağının Kalaycı Şükrü sokağı ile kesiştiği noktada şu anda mevcut olmayan evinde kendisiyle birlikte kalmaya başlamıştım. Ancak kaldığımız ev, alt katı harabe, üst katı yıkıntı halde olan, sadece orta katındaki iki odasında kalınabilen, elektriği ve suyu olamayan üç katlı eski bir ahşap evdi. Rahmetli Annemin odamın pencerelerine gerdiği naylonlar sayesinde birazcık rüzgarın girişinin engellendiği, odaya kurduğumuz küçük odun sobasının ısısını en fazla yarım saat muhafaza edebildiği, haftalık bir çeki (küfe) odunla idare etmek zorunda kaldığım, suyunu da sucu Abdullah efendinin (O yıllarda bile yaşı epey vardı. Allah rahmet eylesin, muhtemelen vefat etmiştir.) omzunda asılı iki teneke ile getirip girişteki küpümüze boşalttığı ve bizim de oradan alarak kullandığımız, aydınlatmayı gaz lambası ile sağladığımız bu evde kalmak gerçekten çok zordu. Cerrahpaşa’ya gitmek için vapur ve otobüs ile yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yapmak zorunda kalışım ve bir de evimize dadanan hırsızın zaten güç kanaat idare edebildiğim paralarımı çalması beni iyice bunaltmaya başlamıştı.
Cerrahpaşa’da o dönemlerde bizimle birlikte okuyan askeri öğrencilerin kaldığı Cankurtaran’daki askeri öğrenci yurdunun şartlarının iyi ve 12 Eylül öncesi kargaşa ortamında sığınılabilecek bir mekan olması yanında amcam Turgut Tokaç’ın da Tabip Albay olması dolayısıyla ben de askeri öğrenci olmak için müracaat ettimse de gözlerimin miyop olması yüzünden askeriyeye de kabul edilmemiştim.
Fakültedeki ilk dönemimi zor bir şekilde bitirdikten sonra sömestr tatili için Ünye’de bulunduğum bir sırada akşam eve gelen merhum babam, bir cenaze vesilesi ile Ünye’ye gelen Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’un beni İlim Yayma Yurdu’na yerleştireceğimüjdesini vermişti. İlim Yayma Yurdu’nun medhinio yurtta kalan arkadaşlarımdan duyduğumdan bu habere çok sevinmekle birlikte epey de merak etmiştim Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’u.
Merhum Babam merakımı gidermek için “Amentü Şerhi kitabını biliyorsun ya, onu yazan Numan Kurtulmuş’un oğludur.” dedi. Evet, bugün siyasetten tanıdığımız Numan Kurtulmuş’un adını aldığı dedesi ve hemşehrimiz olan büyük alim Numan Kurtulmuş’u Amentü Şerhi isimli eserinden biliyordum.
Rahmetli Annem de, “Hadiye Teyzenin yeğeni, Paşaların[2] Güngör hanımın beyi.” diyerek bir başka tanışıklık kanalı daha açıyordu. Annemle ya da babamla İstanbul’da olduğumuz sürece ziyaret etmeyi ihmal etmediğimiz büyüğümüz Hadiye Teyze, babamın çok küçük yaşta yetim kaldığı için terzilik öğrensin diye Ünye’de yanına çırak olarak girdiği ve kendisini bir baba gibi bildiği ustası merhum Hüseyin Çataklı’nın hanımı idi.[3]
Sömestr tatili bitince karlı bir havada, 8 saat kapalı kalan yolda maceralı bir yolculuk yaparak Annem rahmetli ile İstanbul’a geldik. Doğruca Hadiye teyzelerin Fatih Sofulardaki evlerine geldik.[4] Vakit epey ilerlemiş olduğu ve neredeyse akşam olacağı için vakit kaybetmeden Hadiye teyzeyi de alarak Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş’un Sanki Yedim Camii’nin hemen yanındaki evine gittik. Annemle Hadiye teyze yukarıda Güngör teyzeye misafir olurlarken, ben de alt kattaki muayenehanesinde İsmail Niyazi amca ile tanışmış oldum. Kısa bir hasbihalden sonra İlim Yayma Yurdunu arayarak benim geleceğimi bildirdi ve Numan beyin yanına katarak beni yurda gönderdi. Numan bey, babasının Reno 12 arabası ile beni yurda götürerek müdür odasında o zamanki yurt müdürü Abdullah Sert ile yine o zamanki öğrenci temsilcisi Hüsnü Tuna ile tanıştırdı. Zaten İsmail Niyazi amcanın referansıyla geldiğim için hiçbir sorun yaşamadan yurda kabulüm yapılmış oldu.
Birinci dönem yurtta kalan Cerrahpaşalı bir arkadaş yurttan ayrıldığı için Cerrahpaşalıların kaldığı 5 numaralı odada bir yatak boşalmış olduğundan beni o odaya verdiler ve o odadan birisini de Müdür odasına çağırdılar. Zaten nasıl bir ortamla karşılaşacağımı bilmediğimden biraz tedirgin olduğum için olsa gerek, sonradan isminin Adnan Öbek olduğunu öğrendiğim ve Cerrahpaşa 5. sınıfta okuyan uzun boylu birinin, ayağındaki bir yara dolayısıyla biraz aksayarak merdivenlerden inişini görmek beni biraz daha tedirgin etmeye yetti. Müdür odasına geldiğinde beni odaya götürmek üzere kendisine teslim ettiklerinde samimi bir üslup ve Elazığ şivesiyle “Mahmut Gardaş, aramıza hoş geldin.” deyince tedirginliğim biraz azaldı. Odaya gidip yatacağım yeri gösterdi ve odadaki diğer arkadaşlarla tanıştırdı. Zaten 8 kişilik odadakilerden ikisi sınıftan aşina olduğum simalar olduğu için çabucak kaynaştık.
Yurtta genellikle mütedeyyin insanlar kaldığı için kısmen rahattım ama yine de sabah ne ile karşılaşacağımı bilemeden ilk gecemi merak içinde geçirdim. Sabah namaz saatinde koridorda yankılanan bir “essalatuhayrun minen nevm” sadası ile uyandım. Baktım ki herkes abdestini alıp mescide namaza gitmeye hazırlanıyor. Bu manzara beni o kadar mutlu etti ki sabah namazımı kıldıktan sonra vaktin biraz geçmesini bekledim. Henüz 17 yaşında bile olmayan, son çocuğu olduğum için de bir türlü gözünde büyüyemeyecek olan ciğerparesini ilk defa tanımadığı insanların arasına bıraktığı için tedirgin olan Anneme bu manzarayı anlatmak için sabırsızlanıyordum. Gün biraz aydınlanınca doğruca Hadiye teyzelere gidip Anneme yurdu çok sevdiğimi ve beni merak etmemesini söyledim. Böylece Annem bir gün daha kalıp İsmail Niyazi amcaya hayır dualar ederek gönül rahatlığı içerisinde Ünye’ye geri döndü.
İsmail Niyazi amca ertesi gün kendisini görmeye gelmemi istemişti. Öğleden sonra tekrar onun muayenehanesine gittim. Kimliğinin açıklanmasını istemeyen birisinin bana burs verdiğini, her ay kendisinden bursumu almaya gelmemi tembih etti ve ilk bursumu o anda verdi. Bursu verenin kimliğini hiçbir zaman açıklamasa da öğrenimim boyunca devam eden bu bursu kendisinin verdiğini tahmin ediyorum. Ama yaptığı hayra riya karıştırmamak ya da beni rencide etmemek için böyle söylediğini düşünüyorum. Son derece mütevazı, karşısındaki insanda saygı uyandıracak kadar nezaket sahibi, hayırsever bir insan olan Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş bize mesleki anlamda güzel bir örnek olmuştu. Vefatı esnasında İstanbul’da olamadığım için cenazesine katılamamış olmam içimde bir ukde olarak kalmıştır. Adının İlim Yaymanın bir yurdunda yaşatılıyor olması gerçekten bir kadirşinaslık örneğidir.
Üçbuçuk yıl sürecek olan İlim Yayma serüvenim o gün başlamıştı ama aslında halen devam ettiğini düşünüyorum. İlim Yayma bizler için bir mektep oldu. Halen orada edindiğim bilgilerden istifade etmekteyim ve orada kazandığım dostlarımla irtibatımı devam ettirmekteyim. Bu yüzden her yıl Mayıs ayının son Pazar günü yapılagelen (Pandemi dolayısıyla ara verilmiş olsa da) İlim Yaymalılar Buluşmalarını da kaçırmamaya dikkat ederim.
Ama benim için İlim Yaymanın en büyük faydası Dr. Adnan Öbek abimi tanımış olmam ve onun da benim hayatımın dönüm noktası olacak bir zatı tanımama vesile olmasıdır. Adnan abi benimle yakından ilgileniyor ve özellikle Cuma namazını kılmaya beni Fatih’teki küçük bir camiye götürüyordu. Ben niye o camiye gittiğimizi bir türlü anlayamıyordum. “Abi, hemen burnumuzun dibindeki Şehzadebaşını geçiyoruz, biraz ilerimizdeki Fatih camiine gitmiyoruz da neden bu ara sokaktaki küçük camiye geliyoruz?” diye soruyordum. O da açıklama yapmadan beni o camiye taşımaya devam ediyordu. Namazı kıldıktan sonra da pek kimseyle muhatap olmadan çıkıp geliyorduk. Ama bir gün müezzin mahfilinin iki sıra önünde oturmuş Cuma ezanını beklerken birden bir hareketlilik oldu ve herkes ayağa kalktı. Ben de gayrı ihtiyarî kalktım. Hoş bir “selamünaleyküm” sedası duyuldu ve cemaat hep bir ağızdan “aleyküm selam” dedi. Nur yüzlü, uzunca ak sakallı, oldukça yaşlı, cübbeli ve sarıklı bir zat müezzin mahfiline girdi ve pencerenin kenarına konulan bir mindere otururken cemaate de oturmalarını söyledi. Herkes oturdu ama ben şimdiye kadar görmediğim güzellikte bu insana bakakaldım. Nice zaman sonra tek başıma ayakta kaldığımı fark edip yerime oturdumsa da arkamda kaldığı için sürekli arkama dönüp bakma ihtiyacı hissettim. Namaz bitiminde o zat müezzin mahfilinin tırabzanlarına tutunarak 5 dakikalık kısa bir sohbet yaptı ve tekrar selam vererek camiden çıktı. Ben hayretler içinde kalmıştım. Kimdi bu zat? Adnan abiden uzak bir yerde olduğum için soramadığımdan meraktan ölecek gibiydim. Camiden çıkar çıkmaz Adnan abiyi bulup o zatın kim olduğunu sordum. “Mübarek bir zat, adı Mehmed Zahid Kotku.” dedi sadece. Daha önce adını hiç duymadığım gibi, onun gibi birisini de daha önce görmemiştim. O günden sonra Adnan abiye gerek duymadan Cuma namazlarına mutlaka İskenderpaşa Camiine gidiyordum ama ne yazık ki bir sefer daha denk geldim. Kendileri hasta oldukları için sık camiye çıkamıyorlar, ancak kendilerini iyi hissederlerse kısacık sohbet ediyorlarmış. Adnan abi bazı kitaplarının olduğunu ve yurda gidince göstereceğini söylemişti. Yurda gelip de Tasavvufi Ahlâk isimli 5 ciltlik eserini görünce bir anda şok oldum. Çünkü yaklaşık bir yıl önce, üniversite sınavına girmek üzere merhum Dayım Hasan Fahri Varilci’nin Samsun’daki evinde kaldığımda kütüphanesinde gördüğüm ve sadece ikinci cildi olan bir kitap dikkatimi çekmişti. Kitabın yazarının adı yerine sadece M.Z.K. harfleri vardı. Dayımın büyük oğlu Mustafa’ya “Bu kitabın yazarının adı niye yok, kim olduğunu biliyor musun?” diye sorduğumda “Babamın İstanbul’dan tanıdığı büyük bir zatmış, ama ben de ismini tam bilmiyorum.” demişti. O gün gördüğüm ve isminin yazılmamasına hayret ettiğim kitabın Mehmed Zahid Kotku hazretlerine ait olduğunu böylece öğrenmiş oldum.[5]
Son olarak Hicri 1399 Şabanının 14. gecesi olan Beraet kandilinde İskenderpaşa Camiinin mihrabında yatsıdan sonra yaptığı yaklaşık yarım saatlik bir sohbetten sonra elini de öptüğüm MehmedZahidKotku (Rh.A.) hocaefendiyi bir daha görmek nasip olmadı. 13 Kasım 1980’de vefat haberini alıncaya kadar gerçekten ne büyük bir kıymet olduğunun tam da farkına varamamıştım. Kaçırmış olduğum fırsatı sonradan yolunu devam ettirenlere tabi olarak telafi etmeye gayret etmekteyim.
…
Bu vesile ile MehmedZahidKotku hocamız ve yolunu devam ettirirken Avusturalya’da şehid olan MahmudEs’ad Coşan hocamız başta olmak üzere, Anneme, Babama, Ablama ve tüm geçmişlerimizle birlikte Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş amcamıza ve İlim Yayma Camiasından ahirete intikal edenlere Rabbimden rahmet diliyorum.
Kaynak: https://ivek.org.tr/ivek-makaleler/sevinc-ve-huzun-193yy
Dipnotlar:
[1]Görünmeyen Üniversite, Ersin Nazif Gürdoğan’ın Merhum MehmedZahidKotku’yu anlattığı İz Yayıncılıktan çıkan ve 10’dan fazla baskısı yapılmış olan eserinin adıdır. [2]Paşalar diye Ünye’nin en asil sülalesine denirdi. Paşabahçesi diye bilinen ve eskiden Süleyman Paşa Sarayı’nın yer aldığı sahile bakan yüksek duvarlarla çevrili alanda bu sülalenin devamı olan ailelerin kaldığı evler vardı.
[3]Merhum Hüseyin Çataklı İTÜ İnşaat’ın eski hocalarından, MSP döneminde Vakıflar Genel Müdürlüğü yapmış, İskenderpaşa Cemaatinin abilerinden ve aynı zamanda merhum Erbakan hocanın eniştesi olan merhum Prof. Dr. Osman Çataklı’nın ağabeyidir.Üçü kız beş çocuğunu okutmak amacıyla İstanbul’a göç etmiş ama kısa süre sonra hastalanarak hayata gözlerini yummuş. Rahmetli Hadiye teyze, çocuklarının hepsini zor şartlarda üniversitede okutmakla kalmamış, çocuklarının hepsi masterya da doktora yapmışlar ve üçü de akademisyen olmuştur. En küçükleri olan Ahmet Çataklı, yurtdışında yaşayan önemli bir deprem profesörümüzdür.
[4]Bu ev merhum Osman Çataklı amcanın bizzat kendisinin yaptığı, rahmetli Necati amcamızın da merhum Mithat abi ile birlikte uzun yıllar oturduğu, Bıçakçı Alaaddin Camiinin hemen üstündeki Yeşil Tekke Çıkmazında yer alan meşhur Yıldız Apartmanında idi. Osman Çataklı ve eniştesi Melih Kerman, Mehmet Bilge, Necdet Oral, Torun Ahmet daha birçok tanıdık isim de bu apartmanda oturuyordu. Necati amcamızın Küçük Çamlıca’ya taşınmasından sonra onların oturduğu dairede uzun zaman da hemşehrim Dr. Mürselin Güney ağabey oturdu.
[5]Çocukluğumdan beri benim rol modelim olan merhum Dayım Hasan Fahri Varilci, İstanbul’da Yüksek Ticaret Mektebi öğrencisi olduğu yıllarda Mehmed Zahid Kotku hazretlerinin sohbetlerine devam edermiş. Merhum Dayımın benim üzerimde bir etkisi daha var ki üniversite sınava gitmeden önce bana yaptığı tavsiyeleriydi. O zamanlar üniversiteye girişte tek aşamalı bir sınav vardı ve sınava girmeden tercihlerimizi yapmak zorunda idik. Ben mühendis olmayı istediğim halde rahmetli Dayım ve rahmetli Annem doktor olmamı çok istemişlerdi. O yüzden ben de ilk tercihlerime tıpları yazdıktan sonra mühendislikleri aşağılara yazmıştım. Rahmetli Dayım, sabah sınava gitmeden önce bana abdest alıp, sabah namazını kıldıktan sonra dua ederek sınava gitmemi, Allah’a (cc) tevekkül etmemi ve endişe etmememi tavsiye etti. Güneş doğmuş olmasına rağmen Dayımın tavsiyesine uyarak abdest alıp sabah namazını gecikmiş de olsa eda ettikten sonra dua ederek evden çıktım. Heyecandan gece doğru dürüst uyuyamamış olan beni sınav salonuna geldiğimde bir sürpriz bekliyordu. İlkokuldan beri birlikte okuduğum ve kendisi de o sınavda Ankara Tıp Fakültesini kazanan arkadaşım Ali Ayyıldız ile önlü arkalı denk gelmiştik ve sınav öncesi birbirimize moral vererek heyecanımızı yatıştırmıştık. O moralle girdiğim sınav sonucunu ise sıcak bir Ağustos günü köyümüzde fındık toplarken, Ünye’den dönen Tuncer ağabeyimin getirdiği haberle öğrenmiştim. Ağabeyimin önce şaka ile beni korkutup hiçbir yeri kazanamadığımı söyleyerek ağlatmasının ardından rahmetli Annemin şakayı anlayıp annelik duygularıyla ağabeyimin üzerine yürümesiyle ilk tercihim olan Cerrahpaşa Tıp Fakültesini kazandığım haberini öğrenince, aklıma Dayımın tavsiyeleri gelmiş ve buna şükretmem gerektiğini düşünmüştüm. O güne kadar bir türlü istikrara kavuşturamadığım ve kesintili kıldığım namazlarımı artık hiç bırakmayarak bu şükrümü eda etme kararı almıştım. Elhamdülillah o gün şükür makamında kıldığım ikindi namazından sonra namazlarımı bir daha terk etmemek nasip oldu.