Sağlık mı Endüstriyel Tıp mı?
Sağlık dünya nimetlerinin en değerlisi; Allah’ın bahşettiği iman dan sonra en kıymetli hazinedir.
Dr. Uğur GENÇOĞLU
Sağlık dünya nimetlerinin en değerlisi; Allah’ın bahşettiği iman dan sonra en kıymetli hazinedir.
Bunu tarihin kabul ettiği zamanının en kudretli padişahı Kanuni Sultan Süleyman: ”Halk içinde muteber nesne yok devlet gibi, Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diyerek sağlığın ehemmiyetini vurgularken rahmetli Necip Fazıl da;
“Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Ne de şeytan bir günahı seni beklediğim kadar”
mısralarıyla sabahı olmak bilmeyen hastaların aradığı sağlığı en güzel bir şekilde ifade etmiştir.
Sağlığın genel kabul gören tanımı = Bedensel ruhsal olarak iyilik hali, iyi olma hali’ şeklindedir. Bunu biraz daha genişletirsek insanın kendi iç dünyası ve fiziki, sosyal dış çevresiyle dengeli ve uyumlu olma hali olduğu söylenebilir.
O halde kısa ve öz olarak sağlıklı olmak insan fıtratına yani yaradılışına uygun yaşama şartları içinde bulunmayı gerektirir. İnsanın fabrika ayarları diyebileceğimiz fıtri şartların ifsat edilerek bozulması fesada uğratılması hastalıklara kapı açmaktır. İnsanın hayat tarzını belirleyen kâh kendi tercihleri kâh sosyal ekonomik çevre şartları, (soluduğu hava, yiyip içtiği besinden giydiği giyeceğe kadar her etkenin) Allah’ın eşref’ül mahlukat olarak yarattığı insanın yaradılışına uygun; fıtri ve İslami olmak durumundadır.
Beden ve ruh sağlığıyla bir bütün olan insan sağlığını korumak ve hastalıklarını teşhis ve tedavi etmek tıp biliminin ilgi ve etki alanına girer. Tıp çağlar boyu saygın bir meslek olagelmiştir. Eski zamanların tabiattaki ot ve nebatatıyla yapılan tedavi yöntemleri günümüzde laboratuvar ortamında üretilen kimyasal bileşiklerin ağırlık kazandığı bir tıp uygulamasına dönmüştür ki yarar ve zararları mevcuttur.
İlim ile Bilim aslında birbirinin yerine kullanılan tabirler olmakla beraber şöyle bir ayrıntıyı dile getirebiliriz. İlim Allah ü Zülcelal’in sonsuz bilgisi bilim ise insanın onu keşfetme hakikati arama çabası ve yolculuğu olarak nitelendirebiliriz. Bu manada bilim denilen şey sürekli gelişir değişir.
Dolayısıyla bilim elindeki verileri değişmez bir nas gibi dayatmak, bir bilim putu oluşturmak en büyük yanlışlardan biri olur. Bilim adına iş tutan adamların kurulların verilerini şartsız uygulamak değişik bir vesayet odağı oluşturmak anlamına gelebilir. Hasbel’kader 33 yıllık meslek hayatımız sırasında talebelikte bize öğretilen doğru kabul edilen bazı bilgilerin bugün yanlış, yanlış bilinen bir takım uygulamaların da doğru olduğunu görmekteyiz.
Tıbbın saygınlığı insanla olan bağlantısından ileri gelir. İnsan yalnızca beden organ seviyesine indirgenirse alınır satılır bir metaya dönebilir ve saygınlığını da yitirir.
Sağlık hizmetlerinin günümüzde medikal ağırlıklı yürütülerek ekonomik bir sürece, sağlık kavramındaki bir iyilik halinden ziyade satın alınabilecek bir mamule dönüşmesi göze çarpmaktadır .Bu manada uluslararası sermayenin ele geçirdiği ilaç piyasası çoğu zaman tedavi etmeyen ama hastayı da mümkün olduğunca yaşatıp müşteri haline çeviren bir sömürü çarkına dönmüş olmaktadır.
Tıpta giderek artan uzmanlaşma bir taraftan daha teknik ve mekanik tatbikata everilmekte insan hususiyetinden uzaklaşan bir modern tıp uygulaması söz konusu olmaktadır.
İnsana dokunmayan giderek daralan uzman bakış açısı da tıpkı el fenerinin fokuslanan ışığının aydınlattığı saha dışında kalan karanlık kısımlar gibi körlük alanlarını giderek arttırmaktadır.
Bu yanlışlık ve haksızlıkların önüne geçmek için tarihimize ve özümüze dönmek kadim değerlerimize sahip çıkmak lazım. Medeniyet tarihimizde batının iptidai dönemlerinde bizim zirvelerde olduğumuzu hatırlayalım. İstisnaları hariç tutarsak batıda 16 yy.da üniversiteler oluşmaya başlarken İslam aleminde 7 yy.dan itibaren medreseler olarak başlayıp külliyeler olarak devam eden ilim tahsili hayatı mevcuttur.
Daha 12 yy.da çağının cihan devleti olan Büyük Selçukluların bilimsel ve teknolojik üstünlüğünü Nizamülmülk tarafından kurulan Nizamiye medreseleri ile dünyaya kabul ettirmiştir. Daha yakın çağa geldiğimizde 1850’lerde medreselerin dönüştüğü Darülfünun bugünkü üniversitenin öncüsü olmuştur.
1933 yılındaki üniversite reformu ile bu kurum adı İstanbul Üniversitesi olarak değiştirilmiştir. Cumhuriyet tarihinin bu en köklü ve Osmanlıdan miras kurumumuzun adında ve şeklinde kalan değişim bilimin çağdaş seviyesini yakalama iddiasında sınıfta kalmıştır. Mülevves ellerin idaresinde zaman zaman başörtü yasağı gibi temel hak ve özgürlüklerin kıyıma uğratıldığı bu kurumlarda batıdan kopyalamaya çalıştığımız modelle başarılı olunamamıştır.
Batı kendi kadim değerlerine sahip çıkarken -buna sadece bir örnek vermek gerekirse- kiliseye ait rektör, dekan gibi terimleri devam ettirirken biz kendimize ait bir model oluşturamamışız. Bu uğurdaki mücadelemizin sürmesi gerekmektedir.
Medeniyetimizin tadilatı ve yeniden inşası inananların gönül birliği ile gerçekleşecektir inşallah.