Toplum Sağlığı, Batı Tecrübesi Ve İslami Kültür Açısından Bir Değerlendirme

Halk sağlığı “organize olmuş toplum gayretleriyle sağlık şartlarının düzeltilmesi, her bireyin sağlıklı yaşayabileceği bir ortam geliştirilmesi” (Winslow, 1923) şeklinde tanımlanmıştır.

İnsan hakları evrensel bildirisinde (1948) “her bireyin yiyecek, giyecek, mesken, sağlık hizmeti ve gerekli toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere; kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahını sağlayacak uygun bir yaşam düzeyine hakkı vardır” (Madde 25) denilmektedir.

Dünya sağlık örgütü (WHO) sağlığı “beden, ruh ve sosyal yönden tam bir iyilik hali” olarak tanımlar.


Bütün bunlar sağlığın tıbbın ilgi alanının (özellikle günümüz tıbbı insanın sağlık yönünden çok istisnai bir durumu olan hastalıklarıyla ilgilidir) çok ötesine geçen, hayatın hemen her alanını kapsayan, dolayısıyla tüm kişi ve kuruluşlara sorumluluk yükleyen bir kavram olduğunu göstermektedir. Konunun eğitim-kültür, birey-toplum-devlet, ideoloji-inanç, sosyal-ekonomik-politik vs. gibi birbirinden hem farklı ve hem de iç içe geçmiş pek çok boyutu bulunmaktadır.

Sağlığın sosyal, kültürel, psikolojik ve ruhsal boyutu bir yana yalnızca fiziki beden sağlığı için dahi eğitimden kültüre, ekonomik ve sosyal adaleti sağlayacak politikalara, yoksulluk ve işsizlikle mücadeleye, sağlıklı çevre, mesken, işyeri, temiz ve yeterli su teminine, dengeli beslenmeye, zararlı alışkanlıklarla (uyuşturucu, alkol, sigara vb.), cinsel sapma ve gayr-i meşru ilişkilerle mücadeleye, çocuk ve ailenin korunmasına, zararlı hayvan ve hastalık vektörü artropot kontrolüne, sağlık hizmetlerine (teşhis-tedavi-aşılama ve diğer koruyucu önlemler)..ihtiyaç vardır.


19. yy. Avrupasında sanayileşme, liberal ekonomi ve müdahalesiz rekabete şartlarının ortaya çıkardığı olumsuzluklar (tekellerin oluşması, zenginin lehine güçsüzlerin aleyhine işleyen toplum şartları, çevrenin tahribi, eğitim-sağlık-kültür gibi kamu yatırımlarının aksaması, kültürel yozlaşma..) dikkatleri toplum sağlığına çekerek ekonomik ve sosyal içerikli yasaların çıkarılmasına yol açmıştır. Bu dönemde özellikle çalışma hayatı ve çalışanların sağlığı; sosyal hekimlik uygulamalarıyla yoksul ve sakatların bakımı; sağlığı olumsuz etkileyen fizik çevrenin düzletilmesi konularında ciddi adımlar atılmıştır. Böylece batı dünyası kendi ürettiği problemleri bir ölçüde kontrol edebilecek sosyal kontrol mekanizmalarını da (işsizlik sigortası gibi) oluşturmaya çalışmıştır. Bu arada toplum sağlığı açısından koruyucu hekimlik, sosyal tıp, işyeri hekimliği..gibi farklı disiplinler gelişmiştir.

Sosyal tıp hastalıkların temelinde sosyal faktörlerin de önemli rolü olduğu gerçeğinden hareketle, tıbbi önlemlerle birlikte sosyal önlemlerin de alınmasını gerekli görür.

Toplum sağlığına büyük katkılarda bulunmuş olan Chadwick, 1842 yılında hazırladığı raporunda “hastalıkların temel nedeni yoksulluk, yoksulluğun önemli nedenlerinden biri de hastalıklardır” tespitine yer vermiştir.


Sosyal hekimliğin temel ilkeleri Grotjahn (1915) tarafından ortaya konmuştur. Bu ilkelere göre:


1. Hastalıkların oluşunda biyolojik-fizik-kimyasal faktörler yanında sosyal-kültürel-ekonomik faktörler de rol oynar.


2. Bireyin hastalığı yalnız kendisine değil, aile ve topluma da olumsuz etkiler yapar.


3. En önemli hastalıklar toplumda en sık görülen, en çok ölüme ve sakatlığa yol açanlardır.


Neuman, “yoksulun tek malı beden gücüdür ve bu da onun sağlıklı olmasına bağlıdır. O halde devlet yoksula sağlık hizmeti sunmalıdır” görüşünü dile getirmiştir.


Sosyal tıp ilkelerine göre toplumun tüm bireylerinin sağlık güvencesine alınması bir kamu görevidir. Sağlık hizmetlerinin yanında eğitim ve temel gıda maddeleri gibi asgari hayat standartları da devlet teminatı altında olmalıdır.


Birey ve toplum sağlığı açısından yaratılış özelliklerinin, ekolojik ve doğal dengelerin ne denli önemli olduğu özellikle batı uygarlığının yaşadığı kötü tecrübelerle acı bir şekilde ortaya çıkmıştır.


İnsan fıtratı ne toplumdan izole bireysel hayata, ne de kişiye özel alan bırakmayan komün düzenine elverişli değildir. Hem bireysel ve hem de toplumsal ihtiyaçların denge içerisinde karşılanması gereklidir.


Doğal dengelerin gözetilmemesinin toplum sağlığını ne denli tahrip ettiği geçmiş tecrübelerle ortaya çıkmıştır. Bununla ilgili pek çok örnek verilebilir. Yer yüzü kaynaklarının sorumsuzca yağmalanması, sınırsız kazanç hırsı ve bunun tahrik ettiği aşırı üretim ve tüketim çılgınlığı, kimyasal kaos, hormonlu ve genetik karakteriyle oynanmış gıdaların giderek öne çıkması vb. gelişmeler çok geç de olsa çevre bilincinin, ekolojik dengelerin, organik tarım ve doğal gıdaların öneminin yeniden keşfedilmesine yol açmıştır.

Yüksek üretim amacıyla hormon, antibiyotik ve kimyasalların yanı sıra fıtratı otla beslenmek olan sığırlara hayvansal menşeli (scrapie hastalığından ölen) yemlerin verilmesi deli dana hastalığı ve bunun insandaki muadili kabul edilen Creutzfeldt-Jakob hastalığı gibi ölümle sonuçlanan beyin hastalıklarına yol açmıştır.


Geçmiş dönemde aşırı rafine (posasız) gıdaların tüketilmesinin sindirim fonksiyonlarını olumsuz etkilemesi üzerine tekrar doğal-lifli gıdalara dönüş başlamıştır.

Ölçüsüz hayat tarzı, cinsel özgürlük, aile bağlarının kopması, uyuşturucu, AİDS salgını gibi toplumu tahrip eden olumsuz gelişmeler batı dünyasında yeniden aile düzeni ve tek eşliliğe dönüşü gündeme getirmiştir.


Bütün bunlar sosyal ve fizyolojik dengelerin ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Vücudun ve organların sağlıklı işlemesi için doğal fonksiyonların yerine getirilmesi gerekir. Vücudun hareketsiz kalması, doğal ve lifli gıdaların kullanılmaması nedeniyle bağırsakların fizyolojik işlevini yerine getirememesi, anne adaylarının doğum ve süt emzirme gibi işlevlerden kaçınmaları..beraberinde çeşitli sağlık sorunlarını getirmektedir.


Bir zamanlar süt çocuklarının beslenmesinde hazır mamalar yaygınlık kazanmıştı. Emzirmenin bebeğin sağlıklı gelişimi ve aynı zamanda anne sağlığı bakımından olağanüstü önemi anlaşılınca dünya sağlık örgütü (WHO) ve UNICEF 1990 yılında “bebeklerin 4-6 aya kadar yalnız anne sütüyle beslenmesi, daha sonra da ek gıdalarla birlikte 2 yıla kadar emzirmenin devam ettirilmesi” yönünde karar almıştır. Bilimin çok yeni ulaşmış olduğu husus aslında Kur’an’ın emzirme konusundaki tavsiyeleriyle (Bakara 233, Lokman 14, Ahkaf 15) tam olarak örtüşmektedir. Emzirme ve emzirilme hakkı vazgeçilmez insan haklarının başında sayılmaktadır.

Hastalık etkeni mikroplar vücuda belirli giriş kapılarından (ağız, burun, genital yollar, cilt, konjonktiva) girerler. İslami kural ve tavsiyeler enfeksiyonlara karşı giriş aşamasından önce ve de giriş aşamasında güçlü bir korunma sağlar. Temizlik dinin temel esaslarından biridir. Günümüz tıbbı bulaşmalara karşı en etkili, en pratik ve en kolay önlemin temizlik olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. Temizlik, mikrop kaynaklarının kontrolünde, bulaşmaların engellenmesinde ve ayrıca vücut direncinin sağlanmasında son derece önemli rol oynar.

Gıdalar, beslenme ve insan sağlığı arasında çok ciddi ilişkiler vardır. Özellikle günümüz dünyasında tüketmekte olduğumuz gıdalar vücut için gerekli maddeler yanı sıra birçok zararlı unsuru da (zararlı mikroplar, parazitler, toksik kimyasallar, tarım ilaçları, ağır metaller, gıda katkı maddeleri, ambalaj artıkları, antibiyotikler, hormonlar, deterjanlar, radyoaktif kalıntılar, biyolojik zehirler..) içerebilmektedir. Bunların dışında ölçüsüz ve dengesiz beslenmeye bağlı olarak birçok sağlık sorunu (obezite, hipertansiyon, diyabet, hiperkolesterolemi, hiperlipemi, hiperürisemi..) oluşabilmektedir.


Kanser ve gıdalar arasında önemli ilişkiler bulunmaktadır. Doğal olmayan, konserve türü gıdalar, posa içermeyen gıdalar, aşırı kalorili, fazla yağlı gıdalar, aşırı et tüketimi, alkollü içecekler, gıda katkı maddeleri, yanmış biftek, yanmış yağ..kanser açısından riskli gurupta yer almaktadır. Gıda ilişkili kanser riskinden korunmada öne çıkan tavsiyeler şu şekilde sıralanabilir:


- Ölçülü ve dengeli beslenme

- Taze, günlük, doğal gıdalar

- Kalori, yağ, kolesterolü düşük, posa kısmı fazla gıdalar

- Taze, mevsimlik sebze meyve

- Gereksiz ilaç ve kimyasallardan uzak kalma


Gıdalarla ilgili zararları azaltmanın pratik açıdan tek etkili yolu tüketimi sınırlı tutmak, israftan kaçınmaktır. Kur’an’ın pek çok âyetinde helal ve temiz gıdaların yenmesi gerektiği (Bakara 57, 168, 172; Mâide 4, 5, 88 gibi) ve bunun yanında bu hususta da aşırıya gidilmemesi, ölçülü olunması, aksi takdirde gazaba müstahak olunacağı (Taha 81) vurgulanmıştır. Nimetlerin yararsız tüketimi sayılan israf, aynı zamanda vücudun da aşırı olarak zarara uğratılması ayrıca ihtiyaç sahiplerinin mahrumiyetine sebebiyet verilmesi yönleriyle de birey ve toplum sağlığını tehdit eden önemli bir konudur.


Modern toplumlarda cinsel ilişkilerdeki serbestlik yanında meşru ilişki alanının kısıtlı oluşu cinsel yolla bulaşan hastalıkları toplumun baş belası haline getirmiştir. İslami düzenlemede meşru alanın olabildiğince geniş tutulması toplumu yozlaştıran, sağlığı tahrip eden gayrı meşru alanın ortadan kaldırılmasının son derece etkin ve pratik yolunu sunmaktadır.


Allah (c.c) varlık âlemini belirli kurallar ve hassas dengeler (mizan) içerisinde yaratmış, yeryüzünde halifesi kıldığı insana bu dengeleri gözetmesini emretmiştir (Rahman 7,8). Zira insan, özgür iradesiyle hayat düzeninde dengeleri bozabilen yegâne varlıktır. İnsana verilen sınırlı irade gücü onun yüklenmiş olduğu emanet sorumluluğuna karşılıktır. Bu sorumluluk insanın hem kendi öz varlığı ve hem de geçici misafiri olduğu yeryüzü hayatının tüm cepheleriyle ilgilidir.


Bu anlamda İslam dini her şeyden önce insanı ve onu tekâmüle (Ahsen-i takvim) ulaştıracak yolları kutsamış; insan varlığına ve onun yaratılış amacına zarar verecek şeyleri yasaklamıştır. Bununla birlikte dinin temel haramları bile insan sağlığı ve hayatiyeti söz konusu olduğunda zaruret ölçüsünde mübah hükmüne dönüşmektedir. Dolayısıyla insan hem kendini ve hem de çevresini kutsal bir emanet olarak gözetmekle yükümlüdür.


İnsan sürekli olarak iç duygularının ve dış güçlerin birbirleriyle zıt yöndeki tesirleri arasında kalmaktadır. Buradan sağlığın en geniş anlamıyla bir tarifini (insanın kendi iç âlemi ve dış dünyasıyla dengeli, uyumlu olması hali) yapmak mümkündür.


İnsanın iç dünyasındaki dengesizlikler psikolojik rahatsızlıklara, davranış bozukluklarına; fizik-sosyal-biyolojik çevresiyle, kısacası irtibatlı olduğu varlıklarla dengeli olmayan ilişkileri ve ölçüsüz davranışları birçok problemin ve hastalığın oluşmasında rol oynar. İnsan, hayat düzenini hem etkileyen ve hem de bundan büyük ölçüde etkilenen bir varlıktır. İnsan, iyiliklerin, güzelliklerin olduğu kadar kötülüklerin de temel bir kaynağıdır.

İnsan olmak her şeyden önce sorumluluk sahibi olmaktır. Yaptıklarımızın ve de yapma imkânı olup da yapmadıklarımızın faturası bize döner. Problemler karşısında sorumluluk yüklenmekten kaçınmak sorunların daha da artmasına ve psikolojik çöküntülere sürükler. Bu durum insanın yalnız kendisine değil, tüm çevresine de sirayet eder. Yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olma bilincine erenler kendileri için kötülükten arınma ve iyiliğe yönelme görevini yakın ve uzak çevreleri için de yerine getirmeye çalışırlar.


Sosyal sağlığın ilk halkası bireyin kendisi ve toplumu ile barışık olmasıdır. Kişiliğin, değer yargılarının, tutum ve davranışların oluşması aile yuvasından başlar. Anne babanın sevgisi, ilgisi, terbiyesi ilk mayayı oluşturur.

Mustafa Samastı