Bilimin Zor Sorusu: İnsanı Yaratıcı mı Yoksa Doğa mı Yarattı?

Tıp fakültesinde talebelik yıllarında bazı derslerimizin hocaları insan vücudunu ve işleyişini anlatırken bu mükemmel ve kusursuz sistemin bir yaratıcı güç tarafından yaratıldığını vurgulardı.


Tıp fakültesinde talebelik yıllarında bazı derslerimizin hocaları insan vücudunu ve işleyişini anlatırken bu mükemmel ve kusursuz sistemin bir yaratıcı güç tarafından yaratıldığını vurgulardı. Bazı hocalar da bu mükemmel tasarımın tesadüfler, doğa olayları ve doğal mutasyonlar ile olduğunu anlatırlardı. Ailemizden aldığımız eğitim ve bilgilerle, kainatın ve insanın, her şeye gücü yeten bir yaratıcı güç tarafından yaratıldığı inancı bize doğru gelirken, ateizmi anlatan hocalara karşı içimizde bir soğukluk oluyordu. Bazı derslerde ateizm vurgusu yapan hocalara itiraz ederek onlarla tartışıyorduk.

Gerçekten hala garip karşılarım. Tıp fakültesinde okuyup özellikle insanın yaratılışındaki mükemmelliği, çok ince detaylara kadar düşünülmüş bir sistemin kompleks yapısını ve işleyişindeki mucizevi düzeni,  her hücrenin ve sistemin birbiriyle uyum içerisinde görev yapmasını gördüğü halde, bir insan nasıl ateist olabilir?

İnsan vücudunu bir bilgisayara benzetirsek hem tüm parçaların yaratılışı, yapısı çok mükemmel tasarlanmış, hem de bu parçaların arasındaki iletişim, işleyiş bilgisayar diliyle söylersek ‘yazılım’ mükemmel bir şekilde yapılmış. Bu kadar mükemmel bir yapıyı tesadüflerle doğal olaylarla izah etmek, bir bilgisayarın rüzgarda savrularak birleşen elementlerden oluştuğunu söylemek kadar şaşırtıcı ve mantıksızdır.

Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde Histoloji ve Embriyoloji hocamız, dersleri anlatırken kendi hazırladığı ve teksir edip talebeye dağıttığı ders notlarına sıkı sıkıya bağlı kalır, monoton bir anlatımla dersleri işlerdi. Soru soran ve konuyu daha detaylı anlamak isteyen öğrencileri ise ters ve basit cevaplarla sustururdu.

Hatırlıyorum bir gün Embriyoloji dersinde döllenmiş tek bir yumurta hücresi olan Zigot’tan bir çok farklı hücrenin ve farklı dokuların oluşmasını anlatıyordu. Zigot adı verilen hücre ard arda bölünmeler gerçekleştirerek çoğalıyor, tek hücreden milyarlarca hücre oluşuyor, bu sırada oluşan her hücre, hangi dokuya, nereye ve farklı işlev ve dokuya gideceğini biliyordu. Tek bir hücre olan Zigot’tan aynı zamanda beyin, kemik, akciğer, karaciğer… vs hücreleri oluşuyordu. Bu değişim ve farklılaşmayı anlatırken, hoca devamlı doğaya ve tesadüflere vurgu yapıyordu.

Konuyu daha iyi anlamak isteyen ve doğaya tesadüflere vurgudan rahatsız olan bir arkadaş;  Hocam tek hücreden bu kadar çok ve farklı hücre, farklı fonksiyon yapan doku nasıl tesadüfen oluyor diye sordu. Beklemediği bu soru karşısında Hoca biraz da sert ve kızgın bir sesle; Sen Diferansiyasyon ne demek biliyormusun?” diye çıkıştı. Öğrenci bir bilimsel bir açıklama olacak sanarak; “Bilmiyorum hocam, nedir?” diye sordu. Bir zafer kazanmış edayla Hoca ‘Otur o halde, Diferansiyasyon yoluyla oluyor ‘dedi.

Sonradan anladık ki hocanın bahsettiği differansiyasyon farklılaşma demekmiş. Hücrelerin farklılaşmasını anlatan bu kelimeyle hoca bizim arkadaşın bu sorusunu cevaplarken aslında hiçbir cevap vermemiş sadece onu susturmak için bu terimi kullanmıştı.

Doğa ve tesadüf sever hocamız ,nasıl olduğunu  izah edemediği  bu kadar mucizevi ve kompleks bir olayı basit bir terimle açıklamış oluyordu.

Yine bir derste çocuk kardioloji dersini anlatan hocamız doğumdan sonra çocuk kan dolaşımı ve kalp boşluklarında oluşan değişimi anlatırken sürekli doğaya ve tesadüflere vurgu yapıyordu. Doğumda yaşanan sürece göre; Anne karnında bebeğin akciğerleri amnios sıvısıyla dolu olduğu ve akciğerlerde kan dolaşımı olmadığı için, solunum ve kanın oksijenasyonu akciğerlerden değil, göbek bağındaki umblikal vasküler yapılarla plasenta yoluyla anne kanından yapılır.

Doğumdan sonra göbek kordonunun kesilmesi, akciğerlerdeki sıvının ağlamayla boşalması ve akciğerlere giden oksijenin etkisi sonucunda bebeğin kalbi ve dolaşımında adeta mucizevi değişimler olur. Akciğerlere ve oradan kana karışmaya başlayan oksijen; kalpten akciğerlere giden büyük damalardan pulmoner arterleri açar ve kalp-akciğer arasındaki küçük dolaşım başlar. Anneden bebeğe göbek kordonundan gelen kanın bebeğin kalbi ve buradan da vucuda yayılmasını sağlayan göbek kordonu ile aort arasında bağlantı damarını (Ductus arteriosus) kapatır. Kalp içerisinde karıncık ve kulakçıklar arasındaki kapakları kapatır. Böylece ‘büyük dolaşım’ dediğimiz kalpten tüm vucuda giden dolaşım normal yoluyla devam eder.

Bu mucizevi değişim genel kabule göre oksijen reseptörlerinin bazı damarları açarken, bazı damarları kapatmasıyla açıklanır. Aslında her hekim,  her doğumda, her bebekte yaşamın ilk saatlerinde olağanüstü bir değişime, mucizeye şahitlik eder. Her bebekte  adeta bir açık kalp ameliyatı mükemmelliği ve titizliğinde, anestezi, bistüri, travma..vs oluşmadan, kansız bıçaksız bu değişim tamamlanır.

Tıp öğrencilerine bu mucizevi değişimi anlatan hocamız, sık sık “Doğa böyle yaptı, doğa böyle yarattı” diye söylüyordu. Bir arkadaşımız dayanamayıp biraz da yüksek bir sesle “Doğa kim oluyor hocam, Allah böyle yarattı desene” diye seslendi. Hoca dersi anlatmayı kesip arkadaşı sert bir şekilde azarladıktan sonra “Ben, Allah yarattı diye anlatırsam din dersi anlatmış gibi olurum, onun için doğa diyorum” dedi.

Daha sonra ders arasında hocaya daha sakin ve sohbet tarzında sorduk. “Doğa derken neyi kasd ediyorsunuz hocam, ağaç mı, hava mı, toprak mı ?”  Hoca, durup düşündü ve  “Belki hepsi belki daha fazlası” diye cevap verdi. Anladım ki aslında doğa derken neyi kasd ettiğini kendisi de tam bilmiyordu.

Bir zamanlar kendisi de ateist olan Sami Zan hoca daha sonra yaşadığı fikir çilesi sonrası iman etmiş bir mümin olduğunu söylerdi. Sami Zan hoca, anatomi derslerini anlatırken ‘Allah böyle yarattı’ diye bahsederdi. Ateist bir öğrencinin ‘Doğa yarattı Hocam’ diye itiraz etmesi üzerine ‘Evladım doğayı da Allah Yarattı’ diye cevap vermişti.

Tıp fakültesinden başlayarak hayatımın birçok döneminde bilim, inanç ve yaratılış konusunda araştırmalar ve beyin fırtınaları yaptım. Yaratılış, var olma, varlık ve kainat varoluş gayesi… konularında araştırıp düşündüm. Özellikle bilim dünyasında hakim olan materyalist-ateist anlayışın temellerini oluşturan doğanın yaratıcı güç olması ve evrim teorsinin temelini oluşturan tesadüfler ve mutasyonlarla canlıların oluşması tezleri özellikle ilgilendiğim konulardı.

Bu araştırmalarda gördüm ki; insan, tarihin her döneminde kainat, dünya ve insanın nasıl varolduğu, yaratıldığı ve niçin yaratıldığı konusunda çok düşünmüştür. Vahye dayalı dinler tek bir tanrı inancını insana sunarken, farklı inanç ve düşünceler doğayı, mitolojik tanrıları ve tesadüfleri yaratıcı güç olarak düşünmüşlerdir. Maddenin ilk eser olduğu, kainatın ve dünyanın herhangi bir yaratıcı güce ihtiyaç duymadan var olduğu, maddenin sonsuz olduğu..vs tezleri ile açıklamaya çalışan materyalizm-ateizm ise son yüzyılda özellikle bilimin tek yolu gibi sunulmuştur.

Genetik ve insan kromozomunun yapısını anlamaya başladığımız dönemde yine muhteşem bir yaratılış ve kusursuz tasarımla karşılaşır insan. Dahiliye hocamız Aram Sukyasyan’ın deyimi ile ‘İnsanın kader defteri olan, göz renginden boyuna ve karakter yapısına kadar her şeyin kayıtlı olduğu bir defter’ olan DNA, her hücremizin çekirdeğinde, kromozomlarda bulunur.

Bildiğimiz gibi insan vücudu trilyonlarca hücreden oluşur. Her bir hücremizin çekirdeğinde DNA bulunur. Her DNA’mızda vücudumuzun bütün üretim planları kodlanmış durumdadır. İnsan DNA’sındaki ortalama bilgi yaklaşık olarak ölçebildiğimiz sayfalama metodları ile 1 milyon sayfa civarındadır. Ortalama bir bilim kitabını 250 sayfa kabul edersek o küçücük hücrelerimizin her birinde 40.000 adet kitaptaki bilgi kadar bilgi bulunmaktadır. Bunun ne demek olduğunu idrak etmek için lütfen okumayı kesin ve 1 dakika kadar bunu değerlendirin. Üstelik bu bilgi saçılıp dağıtılmış değil, bilgisayar diliyle söylersek ‘kodlanmış’ durumdadır.

Daha sonraları okuduğum Biokimya profosorü Michael Behe’nin yazıları bu konuda zihnimi aydınlattı. Michael Behe, canlı yapılardaki moleküler sistemlerin tasarlanmış göründüğünü, ayrıca pek çok biyolojik yapının İndirgenemez Kompleksliğe sahip olduğunu açıklamakta, eski dönemlerde Darwin dönemi ve sonrasında hücre ve moleküler boyutlardaki zarif kompleksliğin bilinmediğini bu sebepten cehalete dayalı bir tez olarak tesadüfi evrim görüşünün benimsendiğini ancak moleküler dünyada tesadüfe yer olmadığını göstererek ‘Kusursuz Tasarım-Yaratılış’ fikrinin bilimsel bir tez olduğunu göstermektedir.

Darwinin Kara Kutusu kitabında anlatılan şey; Bazı bakterilerin kullandığı flagellum isimli biyoljik motorun incelenmesi, omurgalı kan pıhtılaşma sisteminin incelenmesi ve ayrıca hücre içi taşıma sistemlerinin incelenmesi, detaylarının masaya yatırılması ve ardından çıkarımlar yapılmasından ibarettir. Bu kompleks yapıları, bir parçasının dahi eksik olduğunda çalışmayacağı, tesadüflerle, zamanla bir araya gelerek oluşmasının mümkün olmadığı ve ancak İndirgenemez Kompleksliğe sahip bu temel-basit yapıların bile kusursuz bir tasarım ile yaratıcı bir akılla oluşabileceğini anlatır.

Tek Tanrılı dinlerde Tanrı’nın yüceliği ve kudreti en temel kavramlardır. Bu yüzden Tanrı’nın yüceliğine ve kudretine ters düşecek bütün izahlar reddedilir. Tanrı’ya eksiklik atfeden anlatımlar, görüşler dışlanır. Yaratılmamış, kendi kendine var olma fikriyle madde, Tanrı’nın gücü ve kudretinden bağımsız bir varlık kazanmış olur. Bu yüzden yaratılmamış madde fikri, tek Tanrılı dinlerin kesinlikle karşı çıktıkları bir kavramdır.

Materyalist felsefenin en temel tezi olan görüşe göre yalnız madde gerçektir ve onun dışında hiçbir şey yoktur. Madde yaratılmamıştır, yok edilemez, kendiliğinden varlığını sürdürür, evrenin tek yapı taşıdır. Materyalizmin bu inancından çıkarttığı sonuca göre Tanrı yoktur, dolayısıyla Tanrı’nın varlığı fikri üzerine inşa edilmiş dinlere inanmak yanlıştır.

Kainat- Evren hakkındaki görüşümüz, evrenin bir parçası olan kendimiz hakkındaki görüşümüzü de oluşturmaktadır. Big Bang (Büyük Patlama) teorisi evrenin kökeni ve yapısı hakkındaki bilgimizi arttırmış ve evreni daha iyi tanımamızı sağlamıştır. Big Bang teorisi, evrenin tek bir noktadan, çok yoğun ve çok sıcak bir şekilde oluşmaya başladığını; evrenin sürekli genişlediğini ve bu genişlemeyle evrendeki sıcaklığın ve yoğunluğun düştüğünü, buna bağlı olarak evrendeki tüm aşamaların gerçekleştiğini, bu aşamalarda atom-altı dünyadan yıldızlara kadar tüm oluşumların meydana geldiğini gösterir.

Big-Bang teorisi, sonsuz kütle-sıfır hacimdeki bir noktanın kontrollü-tasarımlı büyük bir patlamayla kainatın oluşması ve devamlı genişlemesidir. Kainatın oluşumu ile ilgili birçok soruya açıklayıcı cevaplar veren bu teori Tanrı’nın kainatı yoktan var ettiği ve yaratmaya genişletmeye devam ettiği fikri ile de uyumludur.

Big Bang teorisi beş önemli noktada, materyalist felsefelerin her şeklini geçersiz kılmaktadır.

Bu beş madde şunlardır:

1-Evren ezeli değildir. Böylece evreni, maddeyi tek ve asli unsur kabul eden materyalist felsefeler temellerinden geçersiz olmuşlardır.

2-Evrenin başlangıcının ispatı, zamanın başlangıcının ispatı anlamına da gelmektedir. Zamanı sonsuza dek geriye giden bir süreç olarak tasarlayan materyalist düşünürler yanılmışlardır.

3- Big Bang ile oluşan süreçler evrende bilinçli bir tasarımın var olduğunu gösterir. Evreni sırf kendiyle açıklayan, bilinçli bir Yaratıcı’nın müdahalesini kabul etmeyen materyalist felsefeler bu açıdan da geçersiz olmuşlardır. (Kusursuz tasarım )

 4- Materyalizm doğası gereği, değişmeyen ve bozulmayan, zamanın geçmesiyle aşınmayan bir evren ve madde tasarımı yapmıştır. Evrendeki aşamalı süreçler bunun tam tersini ispatlamıştır. Evrenin genişlemesi, entropi, yıldızların ve ışığın son bulacak olmasının anlaşılması; değişmeyen tek şeyin sürekli ve kesintisiz değişim olduğunu göstermektedir.

5- Evren ezeli olmadığı gibi ebedi de değildir. İnsanlar gibi evrenimiz de bir gün ölüm sürecini yaşayacaktır. Materyalizm bu en temel tezinde de geçersiz olmuştur.

Son olarak bilim dünyasında kainatın oluşumunu açıklayan ve bu konudaki soruları cevaplayan Big Bang teorisi ile birlikte, Kusursuz tasarım ve Entropi yasasını inceleyelim.

“Kusursuz Tasarım Teorisi: Big Bang ile başlayan sürecin en başındaki ortamdan her aşamadaki oluşumlara kadar hep kritik değerlerin seçildiğini göstermektedir. Big Bang’in başlangıcındaki tüm koşullar da, bu koşullar sayesinde proton, nötron gibi parçacıkların oluşması da, bu parçacıkların helyum, karbon gibi atomlara dönüşmesi de, bu atomların amino asitlere, amino asitlerin hücrelere, hücrelerin kalp, beyin gibi organlara dönüşmesi de hep bilinçli bir tasarımı göstermektedir. Bu bakış açısı, evrenden tüm tesadüfleri elememizi gerektirir.

İnsanın evrene ve kendisine bakışında yaptığı en büyük yanlışlardan biri, evrenin veya kendisinin tesadüflerin eseri olduğunu zannedebilmesidir. Bu bakış açısı, evreni ve kendi varlığımızı amaçsız görmeye götürür. Evrende tesadüf eseri oluşan hiçbir şey olmadığını anlarsak, kendi varlığımızın da bir amacı olduğunu anlarız. Bu amaç, hiç şüphesiz evrenin ve bizim Yaratıcı’mızın amaçlarından kaynaklanmaktadır. Bunun farkında olmak hem ahlak alanı açısından önemli sonuçlar doğuracak, hem de yaşamın anlamlı olduğunu bilmemizi sağlayacaktır.

Anlaşılıyor ki evrenden tesadüfleri elersek, insanlığın tüm buluşlarına ve sanatsal yapıtlarına “Tanrı’nın evrene koyduğu potansiyelleri keşfetme” olarak bakmaya başlarız. Tesadüfsel bakış açısı, insanın başına geçirilmiş kalın ve kara bir çuval gibi, görmeyi ve işitmeyi engellemektedir.

Bir diğer önemli bilimsel tez Entropi Yasasıdır. Termodinamiğin ikinci yasası olarak da anılan bu yasa, evrenin sonunun her an yaklaştığını ve fizik kuralları açısından bu sonucun kaçınılmaz olduğunu söyler. Buna sebep olan; ısının tek yönlü, geri çevrilmesi mümkün olmayan akışıdır. Örneğin bir odanın içinde sıcak su dolu bir kova bıraktığımızı düşünelim. Sıcak su kütlesindeki ısı enerjisi odaya yayılır, fakat hiçbir zaman için bu ısı akışı aksi yönde olmaz. Bir kere ısı enerjisi odaya yayıldıktan sonra, bu ısı enerjisi dönüp de kovadaki suyu eski sıcaklığına getirmez.

Gerek bizim güneşimizde, gerekse evrendeki diğer yıldızlarda, ısının bu tek yönlü hareketine dayalı termodinamik yasa hüküm sürmektedir. Güneş, soğuk uzaya ısı yayarak entropiyi sürekli arttırır. Fakat uzaydaki bu ısı toplanıp da güneşe geri dönmez.

Kapalı bir sistemdeki enerji akışı tek yönlüdür ve bu akış tam bir denge noktasına ulaşıncaya kadar devam eder. Bu denge noktasına “termodinamik denge” denir ve bu durumda entropi en yüksek değerine kavuşur. Tersine çevrilmesi mümkün olmayan bu fiziki sürecin varlığı, evrenin de, tıpkı insanlarda olduğu gibi, asla geri dönüşü olmayan bir yaşlanma sürecine sahip olduğunu gösterir. Buna göre evrende bir gün termodinamik denge oluşacak ve ‘ısı ölümü’ yaşanacaktır. Kısacası evren ebedi değildir, evrenin bir sonu vardır.

Bir diğer sonuç da evrenin bir başlangıcının olduğudur. Eğer evren sonsuzdan beri var olsaydı, aradan geçen zamanda çoktan termodinamik dengeye gelip ‘ısı ölümü’nü yaşıyor olacaktı.

Tabii bu açıklamalar ve araştırmalar dünya durdukça devam edecek. Dünya hayatını bir imtihan, hikmet ve hakikat arayışının bir yolculuğu olarak görenler, her türlü bilimsel ve zihinsel tuzaklarla deneneceklerini de bilmeliler. Yunus Emre’nin dediği gibi,

İlim elinde çıra/ Yakta Mevlayı ara / Bilmek olmak değildir/ Olmaya bak, olmaya….

Hakikat yolcusunun önünü aydınlatan ışıklar, ilim ve hikmet olduğu kadar, vahiy ve peygamberlerdir. Yine de bu yolculukta yolunu kaybedenler, yanlış yolda ömür tüketenler, boş heveslerin peşinde koşanlar olacaktır.

Derviş’in dediği gibi, ‘Her arayan bulamaz. Ama bulanlar, ancak arayanlardır.’

** Bu yazının hazırlanmasında birçok tıp kitabı ile birlikte canertaslaman.com www.bigbang.gen ve bilimvemedeniyet.com. sitelerindeki yazılardan istifade edilmiştir.

* Bir Başhekimin Hayata Dair Notları, Tefekkür Düşünce Merkezi, İstanbul,2021

**Uzm. Dr Selahaddin Semiz/ Kutupyıldızı Derneği Başkan Yardımcısı