Osmanlı Devleti’nde Kolera Günleri

Okuduğum tarih kitaplarında bu anlamda bazı bilgilere rastlamıştım. Bugünlerde yaşadığımız salgın hastalığa benzer salgınlar Osmanlı Devleti Döneminde de zaman zaman yaşanmış.

Okuduğum tarih kitaplarında bu anlamda bazı bilgilere rastlamıştım. Bugünlerde yaşadığımız salgın hastalığa benzer salgınlar Osmanlı Devleti Döneminde de zaman zaman yaşanmış. Bu bilgilerden Osmanlı topraklarında özellikle 1800’lü yıllardan itibaren sık denilebilecek aralıklarla tifo,kolera, veya veba salgını çıktığı anlaşılmaktadır.Bugünkü yazımda bu bilgileri sizlerle paylaşmak istedim:

Daniel Gofman, ‘Doğu İle Batı Arasında Osmanlı Kenti’ isimli makalesinde 1757 yılından itibaren İzmir’de yaşanan büyük salgından şöyle bahsediyor:

Tehlikelerin en büyüğü, 18. yüzyılda neredeyse her bahar ve yaz mevsiminde İzmir'in üzerinden dehşet saçarak geçen vebaydı. İzmir’de hastalığın en feci ziyareti 1757 ile 1772 yılları arasında oldu ve şehri bir kefen gibi sararak nüfusunun yüzde yirmisini yok etti. (Gofman,2012:143)

Prof.Dr. Kemal Beydilli tarafından sadeleştirilerek ‘Osmanlı Döneminde İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü’ adıyla yapılan çalışmada İstanbul'da Soğanağa Camii imamının, kendi devrindeki siyasi gelişmeler, azil ve tayinler, mahallesinde olup bitenler ve ailesi hakkındaki kayıtlar içermekte olan günlüğü, ilim alemine sunulmaktadır.

Soğanağa Camii İmamı’nın günlüğünde; İstabul’da 1812 yılında veba salgınının yol açtığı ölümlerle ilgili olarak verilen "yüzbin belki daha ziyâde" kaydı yer almaktadır. Bu büyük felakette kurban gidenlerin şehir nüfusunun %20'si olan yaklaşık 100 bin kişiye varmış olabileceği tahminleri kayıtlarda yer almaktadır (Beydilli,2001:89).

Rumen Tarihçi Nikola Yorga, 1853 yılındaki Kırım Savaşı Günlerinde İstanbul’da yaşanan kolera salgınını şöyle anlatıyor: 15.000 İngiliz askeri de Üsküdar’da bulunuyordu. 1 Mayısta Prens Napoleon da Türk başkentine geldi. Fransız Prensi merhum Valide Sultan'ın sarayına yerleştirildi. Birkaç gün sonra 10000 Fransız askeri Davut Paşa orduğâhına yerleşti.

(…) Fransızlar, korkunç bir düşman olarak karşılarında kolerayı buldular ve bu uzak gurbet diyarında binlerce kurban verdiler. (50.000 Fransız’ın tifüse kurban gittiğinden ve bunların İstanbul'da 14 yeni mezarlığa, gömüldüklerinden bahs olunuyordu) (Yorga,1948:478-479-480-481-482).

Ünlü Osmanlı askeri ve devlet adamı Ahmet Muhtar Paşa Hatıralarında 1865 yılındaki Adana Osmaniye Kozan Bölgesi’ndeki Fırkai İslahiye Hatıralarını anlatırken kolera salgınından şöyle bahsetmektedir: Elbistan’da harekat sırasında askerler içinde kolera hastalığı başgösterdi.Yola çıkıncaya kadar üç taburdan yirmiden çok hastayı hastahane yapılan Sis kasabasındaki evlere gönderdik ve iki saatlik mesafeyi alıncaya değin olmuş armut gibi düşenleri beygirlere yükleterek ve mecburen yollarda yanına adamlar bırakıp sonra getirterek, vardığımız yerdeki hastahane çadırlarımızda kırk kişi hasta peyda ettik. Neuzübillah. İşte bu suretle on gün kadar hemen günde otuz kişi defnederdik (Ahmet Muhtar Paşa,1996:22).

Valilik ve Nazırlık yapmış Osmanlı devlet adamı, Ebubekir Hazım Tepeyran, Hatıralarında 1893 yılında bir çok vilayetimizi kapsayan salgından şöyle  bahsediyor:1893'de İzmir'de kolera vardı.Çoğu Yunanlı olmak üzere, Vali Hasan Fehmi Paşa'nın vilayet dairesi salonlarında topladığı yüz elli hekim, günde sekiz, on ve daha fazla insanı öldüren bu hastalığa her nedense kolera demeyerek "Şüpheli hastalık” adı vermişti. İzmir'den dışarı çıkacaklar Klazumen adasında on gün karantinaya tâbi tutulmuştu.

O senelerde koleranın en tehlikelisine bizim aile tutulmuş gibi idi. Niğde'de iki kız kardeşimi, Kastamonu'da altı yaşında oğlum Kemal'i, İzmir'e gelir gelmez ansızın babamı ve yirmi gün sonra, Kastamonu'dan hasta olarak getirdiğim eşimi kaybetmiştim (Tepeyran,1998:154).

Doktor Şerafeddin Mağmumi 1865-1896 yıllarında, o tarihte Osmanlı ülkesini saran kolera salgını ile savaşmak üzere Anadolu ve Suriye'ye gönderilmiş; orada bu çalışmalarını yaparken gözlemlerini not etmiş ve 1908 Meşrutiyeti kurulduktan sonra iki kitap halinde yayınlamıştır.

Doktor Şerafeddin Mağmumi, bu eserinde 1895 Yılında Adana vilayetimizde yaşanan salgını şöyle anlatıyor: Adana Şehri, Seyhan nehrinin sağ yakasında altı bin haneli, kırk bin nüfuslu, cevanibi turunç bahçeleriyle çevrili, ikinci Mısır olmaya aday Çukurova’nın merkezidir.Adana’da amale meselesi cidden şayanı islahtır. Çoğu uzak ve soğuk memleketlerden buraya gelen amaleler Çukurova gibi sıcak memlekette, yakıcı ateşin altında, otuz kırk para karşılığında çalışıyor ve geceleri açıkta geçiriyorlar. Böylece çoğu hastalıklardan dolayı telef oluyorlar.

Adana’nın Belediye Hastahanesi ne vakit gözümün önüne gelse dehşetten tüylerim ürperir. Medrese gibi kemerli ve kubbeli bir bina. Taşların üzerine birer ot minder serilmiş, düzinelerle gureba elbise  ve kıyafet-i zatiyesiyle üzerinde inleyip duruyor. Yaralılar, bereliler kendi kirli ve müteaffin yemenileriyle entari parçalarıyla yaralarını sarmışlar. Sabahları Belediye hekimlerinden biri şöyle bir dolaşıp eczaneden hazırlatılıp getirilmiş hindiyağı, ingiliztuzu, sülfat gibi bir kaç mahdut ilacı dağıttırıyor. Koğuşlara kokundan girmek kabil değil. Hele ırgat pazarı olunca hastalar avluda, bahçede, kapının önünde kebelerine sarılıp yatıyorlar (Mağmumi,2010:186).

Adana’da ihtiyacı maiye Seyhan’dan tedarik ediliyor. Suyu filhakika leziz ve hafif ise de çamurlu olduğundan süzmek icap eder. Sakalar altı testi suyu merkebe yükletip bir meteliğe satıyorlar. Fakat paçalarını sıvayıp merkepleri nehre sürerek hatta lağım ağzı civarından testileri doldurduklarından sular temiz değildir. Bu yüzden Adana’da tifo ve kolera çok gözüküyor (Mağmumi,2010:188).

Doktor Mağmumi, Maraş vilayetimizde yaşanan salgını da şöyle anlatıyor: Maraş taraflarında şüpheli hastalık zuhur  ettiği haber alındığından Temmuz’un altıncı günü  tuluğla beraber Yarpuz'dan kalktım. Bahçe kasabasındaki Hükümet konağı virane olduğundan kaymakam ve diğer görevliler bahçede ve açıkta oturuyorlardı. Suları temiz olmadığından ikametim müddetince 30 civarında kanlı basur veya isale rastladım.Rivayete göre her yıl çok sayıda insan bu yüzden vefat edermiş.Hekim ve eczane olmadığından burada hekimlik eden aktardan tifo vakalarının da sayısının çok olduğunu öğrendim (Mağmumi,2010:209).

 

Doktor Şerafeddin Mağmumi, Bursa’da  gördüklerini şöyle anlatıyor:

Şehrin lağım mecraları dahi bazı yerlerde noksan, mevcutlar da tarzı kadimedir. Bu lağımların tamamı şehrin içinden geçen derelere akıtılıyor ve şehirde lağım kokusundan durulamıyor.Suların ve lağımların ahval-i meşruhasından bir tabip humma-i tifoi vesairenin Bursa'da kesiru'l vuku olacağı hükmünü verir. Hakikaten böyle. Etibba-i mahalliyeden tahkik edildiğinde tifonun burada çok görüldüğü ve pek çok kere şekl-i istila aldıkları sabit oldu. Elhasıl Bursa'da ahval-ı sıhhiyei umumiyenin temini ve şehrin emrazi sariye ve istilaiyeden muhafaza ve vikayesi sularının ıslahıyla mümkündür (Mağmumi,2010:73).

Yazımıza Çarşamba günü kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Doktor Şerafeddin Mağmumi 1865-1896 yıllarında, o tarihte Osmanlı ülkesini saran kolera salgını ile savaşmak üzere Anadolu ve Suriye'ye gönderilmiş; orada bu çalışmalarını yaparken gözlemlerini not etmiş ve 1908 Meşrutiyeti kurulduktan sonra iki kitap halinde yayınlamıştır.

Doktor Şerafeddin Mağmumi, bu eserinde 1895 Yılında Gaziantep vilayetimizde yaşanan salgını şöyle anlatıyor: Kilis’te tababet ile eczacılık yekdiğerine karışmış. Öyle ayrı  eczane yok.Her  hekim bir dükkan açarak bir kaç yüz kuruşluk ilaç getirmiş.  Bir de çırağı var. Halk öyle reçete filan görmemiş. Hatta ezcahanelere hekim dükkanı deniliyor (Mağmumi,2010:234)

Bir de hastalık münasebetiyle incir ve kavun gibi meyveler rastgele yenilince su-i isal yaptığından bu meyvelerin yenilmesini yasaklamıştık. İhtiyar müftü efendi bunu işitince pür gazap medresenin kapısına oturup etrafına yüzlerce kişi toplamış halde bir tabak inciri getirerek "Bu ne demek? Kur'an-ı Kerim’de sena edilen mübarek meyve neden muzur olur? diye hepsini yer bitirir. Efkar-ı umumiye aleyhimize döner. Sokakta gezerken herkes bize fena fena bakmaya başladı. Bir taarruzdan bile korkulabilirdi. O gece Müftü efendi hastalandı. Bizi kaldırıp götürdüler. Dehşetli kolera olmuş. Bir mes'eleye kapı açmamak için tedavisini yerli hekimlere havale ettim. Sabahleyin vefatı haberi geldi. Bu kerameti i tıbbiye bizi halk nazarında tebriye ettirdi.(Mağmumi,2010:236)

Doktor Şerafeddin Mağmumi, 1895 yılında Tarsus Kasabası’nda yaşanan salgını şöyle anlatıyor: Burada kolera o kadar şiddetli idi ki muayeneyi bitiriyor, reçeteyi verip daha ilaç yetişmeden vefat haberi geliyordu.‘Giderken düştü, otururken öldü!’sözüne inanmayanlar Tarsus istilasını görmeliydiler. İki saat içinde koleraya tutulup vefat edenler pek çok oldu. Asya kolerasının en şiddetlisinde vefayat 100 de 80 dir. Tarsus'ta bu oran 83'e kadar çıktı. Bunun bir sebebi de halk etibbaya karşı nazar-ı vahşetle bakıyor, hastaları saklıyor ilaç kullanmıyordu. 'Hekimler hastalarmızı mahsus öldürüyor(!)Bir ruh veriyorlar sürdükçe hasta morarıp kıvrılıyor ölüyor’ gibi cahilane zehapları vardı. Ruh dedikleri, "kâfurlu ispirto" idi. (Mağmumi,2010:190)

Kasaba civarında şüpheli diye zuhuru haber verilen hastalığın kolera olduğunu keşfettikse de burada ne hekim var ne de eczahane (Mağmumi,2010:224)

Osmanlı Devleti son dönem devlet adamlarından Hüseyin Kazım Kadri Bey, İstanbul Şehremini iken 1911 Yılında İstanbul’daki salgın sırasında yaşadıklarını şöyle anlatıyor: O sırada İstanbul’da koleranın müthiş tahribatı görülüyordu. Gece gündüz çalıştım ve bilhassa bir gecede altmış dört vaka çıkan Hasköy'de kolerayı tevkife muvaffak oldum. Faaliyetim ve icraatım bütün gazetelerde sitayişkârane yazıldı. Fakat muahharan sadrazam olan Sait Halim Paşa'yı, Yeniköy Belediye Reisliği’nden azl etmekliğim mühim bir hadise oldu.

Şehremaneti, frenklerin maruf tabirlerince bir "vol organise” (organize hırsızlık) idi! Mütefessih ve çürük bir işte bir sürü tenbel ve adi adamlarla uğraşmak tahammül edilmez bir hal idi. Müşkilâtı artıran bir şey de belediye rüesasının halk tarafından müntahap adamlar arasından tayin edilmeleri idi. Bunlarda ekseriyetle mütekait, işe güce yaramaz kimseler idi. Büyükdere'de eski bir casus, Arnavutköy’ünde eski bir mabeyinci, Üsküdar'da bir ferik mütekaidi, Anadoluhisarı'nda bir avukat bozuntusu, Kasımpaşa'da bir inekçi... Bu gibi adamlarla ihtiyacât-ı belediyeyi temin etmek mümkün olabilir miydi'?

Esasen Hakkı Paşa ve Halil Bey'le itilâf etmek çok müşkil idi. Dahiliye Nezareti'yle aramızdaki ihtilaftan dolayı istifa ettim. Ben Şehremini'nin Cemiyet-i Belediye tarafından intihabını veya bu zat hükümetçe tayin edilecek olduğu surette belediye reislerinin de şehremini tarafından nasbını teklif ediyordum. Halil Bey, Şeyh Sadi 'nin tabirince bir "kuvvet-i bî-re'y", sadrazam Hakkı Paşa bir "re'y-i bî-kuvvet” idi ki biri "cehl ü cünûn", diğeri "mekr u füsûn” ile tavsif edilebilir. İstifayı kabul etmeyecek oldular; ısrar ettiler... Ben çekilip evime gittim bir daha semtlerine uğramadım. (Kadri,2000:111)

(…..) Belediye’nin işlerini tedvire Rıza Paşazade İsmet Bey'i memur etmiştim. Bu arada yalnız mütegallibe ile değil aceze ile de belaya kalıyordum. Büyükdere'de Suphi Bey adında bir belediye müdürü: "Ben halkın uşağı değilim, bundan fazla iş görmem!" demişti. Bu adamın derhal memuriyetine nihayet verdim.

Hasköy'deki belediyenin başında bir "inekçi" bulunuyordu. Bu zat da: "Bana yazı ile emir vermiyecek olursanız bir iş görmem" diyordu. Ona da işten çekilmesini söyledim. Arnavutköyü'ndeki belediyede eski mabeyincilerden Rıza Bey bulunuyordu. Bu zatta da aradığım gayret ve faaliyeti bulamadığım ve bütün istediklerini fazlasiyle temin ettiğim halde yine hiçbir şey yapmadığını gördüğüm için onu da işinden uzaklaştırdım.

Üsküdar'daki iki belediyeden birinin başında hendese muallimimiz mütekait Ferik Ahmet Şükrü Paşa bulunuyordu. Evinde kolera çıkan bir adamın gösterdiği mümanaattan dolayı belediye doktorunun vazifesini yapamadığını ve zabıtanın muaveneti temin edilmek üzere Polis Müdürü Mazhar Bey'e müracaat etmekliğimi tavsiyede bulunan ve hak ve salahiyetinden bu derecede gaflet eden bu zata, eski hocama karşı ne yapabilirdim?

İşte koleranın yayılmasına maruz olan payitahtta belediye işleri böyle adamların ellerinde idi.(Kadri,2000:311)

Prof. Dr. Hüsrev Hatemi’nin naklettiğine göre; 1912 Yılındaki Balkan Savaşında kolera salgını had safhaya çıktığı için İstanbul'un büyük Selatin Camilerinde Balkan Harbi'nde koleraya yakalanan askerler yatırılmıştı (Hatemi,2010:140)

1.Dünya Savaşında Kars’taki Rus İşgal güçlerinin komutanı olan General Yakov Kefeli Kars’taki 1915 yılındaki salgından şöyle bahsediyor: Aleksey Vladimiroviç bana zayıf sesiyle şunları anlattı: Büyük Prens tarafından Kars’ı bütün Kafkasya Ordusunun güvenebileceği 1.sınıf modern bir kale yapmam emredildi. Şehirde tifüs hastalığı var. Geçen sene kolera ve lekeli humma vardı. Su kemerleri yok. Yollar taşla örülü değil, alt yapı yok (Kefeli,2013:13).

Tuğgeneral Ziya Yergök, 1915 Yılında Erzurum’da yaşanan büyük salgını şöyle anlatıyor: Dayımın anlattığına göre; Askerler arasında başlayan tifüs salgını onlara acıyıp evlerine alan köylülere de bulaşmış. Bu yüzden Erzurum hastaneleri ile köylerinde ölenler o kadar çoğalmış ki cenazeleri kaldıracak adam bulamamışlar. Tifüslü hemşehrisini bizim ahırda barındıran Hüseyin Onbaşı'ya hastalık bulaşınca o da ölenler arasına katılmış.

Şüphesiz bugünlerde yaşanan salgın da tarihteki kayıtlarda yerini alacak. Bakalım tarihi kayıtlar neler yazacaklar?

*Yenisöz Gazetesi, 14-16 Nisan 2020